AHMET HAMDİ TANPINAR
ÖLÜMÜNÜN İKİNCİ YIL DÖNÜMÜ DOLAYISİYLE
Ahmet Kutsi Tecer
Bugün Varlık okuyucularına sunduğum bu dört mektup (1), aziz Tanpınar'ın eski bir arkadaşına yazılmış mektuplandır. Üçü Paris'ten, biri Aix-en-Provence‘tan gönderilmiş olan bu mektuplarda bütün mizaciyle, dostluktaki vefası, geniş tecessüsü, şakası, ciddiyeti, İstanbul hasreti, fakat her şeyden önce yalnız sanata, şiire açık bulundurduğu iç dünyasiyle Tanpınar vardır. Bu mektupların biraz melankolik olan havası, son yıllarında onu -onu ve bizleri - endişeye düşüren ve sağlığını ilgilendiren tedirginliklerin sonucudur. Onun içindir ki bu dört mektubu okuyucuya sunmadan önce nasıl, hangi şartlar içinde yazılmış olduklarını kısaca belirtmeyi faydalı buluyorum.
1959 yılında Tanpınar, ikinci defa olarak, bir yıl için Paris’e gitti. Paris’e, diyorum, çünkü aslında bu, bir geniş seyahat programıydı ve bu programda İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya, Güney Fransa, İsviçre, ne bileyim, daha birçok yer vardı. Nitekim bunlardan bir kısmını da gerçekleştirdi. Buna rağmen Paris, bütün seyahatlerinin dönüş zevkini tattığı çıkış noktası idi. Paris’i çok sever, kendini orada kendi ikliminde bulurdu. 1952 de Paris'i ilk ziyaretinden önce de bu şehri bütün sanat ve edebiyat anılariyle örülmüş bir aşina diyar olarak tanırdı. İstanbul'da geçen hayatının yerli dokusu içinde bile biraz Paris vardı. Böyle olduğu halde o, 26 Haziran 1959 da başlayan bu son seyahatini tamamlamadan 2. Mayıs’tan on gün sonra İstanbul’a döndü. Okunacak mektupların havasında bunun asıl nedenleri seziliyor.
Tanpınar bu seyahati Ford vakfının ona ayırdığı bir inceleme fonu ile yapmıştı. Seyahati boyunca da durmadan müzeleri, kitaplıkları, arşivleri gezmiş, elyazmalarını incelemiş, koleksiyonları karıştırmış, kısaca çalışmaktan geri kalmamıştı. Bu seyahatin pek yüklü olan devşirilerini ağır ağır yazı olarak, kitap olarak değerlendirebilecekti; olmadı. Hattâ seyahâtine, daha doğrusu Paris ’e alt bile henüz birkaç yazı yayımlamıştı. Bunları tamamlamak, ayrıca bir İspanya, özellikle bir Madrid, bir Prado müzesi yazmak istiyordu. Halbuki o daha seyahate çıkmadan önce mızmız bir rahatsızlık yüzünden epeyce üzülmüş, örselenmişti. Dinlenmesi, kendini tedavi ettirmesi lâzımdı. Gerçi seyahat onu az çok iyileştirdi, açtı. Dönüşte kilo bile almıştı. Orada da doktorlar ciddî bir şey bulmamışlardı. Bununla beraber seyahate çıkmadan önce bir hayli zayıfladığı, daha fenası, iyice yorgun düştüğü de bir [1]gerçektir. " XX nci Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı büyük eserinin ikinci baskısı için iki yıldan fazla durmadan çalışmış, kitabı âdeta yeniden yazmıştı. Hemen arkasından da kitabın ikinci cildi için hazırlıklara koyulmuştu. Yine bu sıralarda, milletlerarası bir kurul tarafından hazırlanmakta olan bir kitabın , (Fundamenta) nın Türk Edebiyatına ayrılan ikinci cildinin sorumluluğu da onun üzerindeydi. Nitekim sonradan bu işten sıyrılması onun için bir ferahlık olmuştur. Zaman zaman kötümserliğe kapıldığı bile oluyor, bir yandan tamamiyle serbest olmayı, hiç bir yük altına girmeden kendini sadece şiire vermeyi istiyor, bir yandan ilgilerinin hiç birinden sıyrılamıyordu. Bütün ömrünce daima cömertçe kendini şiire vermiş olan bu sanat havarisi için şiirle uğraşmak bile bir çeşit boyunduruk olmuştu, çünkü daha İstanbul’dan ayrılmadan önce şiirlerini bastırmaya razı olmuş, kitapçısı ile de anlaşmışlardı. Hattâ, Tanpınar Paris ’te iken, editörünün hemen baskıya başlıyacağını duyması ile birden telâşa kapılmıştı. Çünkü o daha şiirlerini birer birer elden geçirecek, eksik bulduklarını tamamlayacak, bazı yeni şeyler katacak, kısaca, kendine sanat ideali edindiği mükemmelliğe erişecekti. Bunun için zaman lâzımdı. Nitekim seyahate çakmadan önce başladığı bu çalışmaları Paris’te de devam ettirmiş, döndükten sonra da aylarca bu işin üzerine kapanmıştı. Gene de isteğini tam olarak gerçekleştiremedi. Kitapta yer almasını düşündüğü bir çok parçaları işleyemedi, çıkardı; geriye kalanları ayrı bir kitapta toplamaya karar verdi.
İşte Tanpınar’ın Paris yolculuğu bu şartlar altında geçmiştir. Bu mektuplarda bütün o şartların yarattığı bir ruh hali ve onlarla ilgili davranışlar görülür. Mektuplar büyük şairi bütün yönleriyle veren, onu tanımak isteyenler için vazgeçilemez birer belgedir.
Bu mektuplar bir dosta yazılmış, yayımlanması şöyle dursun, başkalarının okuyacağı bile hatırdan geçmemiş sayfalardır. Daha doğrusu bunlar kaleme alınmış bile sayılmaz, çünkü tek taraflı görünmelerine rağmen bu mektuplar birer diyalogdur, dostunu kendisine “muhatap” olarak alsa bile şairin kendi kendisiyle konuşmasıdır. Acaba bunları yayımlamakla bir saygısızlık mı etmiş oluyorum? Bunu çok düşündüm ve karar verdim ki onun kişiliğini aydınlatan bu mektuplar artık bana a it değildir, bütün Tanpınar’ı sevenlerindir. Bu mektuplar onun eserinin bir parçası, manevî varlığının bize kalan mirasıdır. Tanpınar’ı bir bütün olarak yaşatmak için ondan kalan her satırı hattâ her hâtırayı bir araya getirmek lâzımdır. Ben de öyle yaptım.
Mektupları olduğu gibi veriyorum, hiç bir şeyi değiştirmeden. Pırlanta bir üslûp içinde, unutkanlıkla yahut aceleyle, hattâ ikinci mektubunda olduğu gibi çakırkeyifle yapılmış bazı küçük aksaklıklar bile öylece bırakılmıştır. Yalnız mektuplarda okuyucuyu ilgilendirmeyen bazı şahsî meselelere ait kısımları çıkardım, yerlerini noktalarla belirttim.
Bu mektupların, yalnız Tanpınar’ın kişiliği bakımından değil, edebiyatımızın fakir olan mektup türü bakımından da büyük değeri olduğuna inanıyorum.
- K. TECER
★
I
(Mektubun üzerinde tarih yok, fakat zarfın üzerindeki posta damgasının tarihi: 27.VII.1959, Paris).
Kutsiciğim,
Kaç defa başladım, bir türlü olmadı, aramıza muhakkak birisi girdi. Seni çektiğim kösede tutam adım. Bugün İstanbul'dan çıkışınım tam ayı. Böyle onbir tane daha bitti mi, elvedâ hürriyete, elveda Paris’e... Bana bu bir aydır ne yaptın diye sorma. Sadece Paris’teydim. Ara sıra gittim geldim, okudum, yazı yazmaya çalıştım... Ama asıl yaptığım şey sadece Paris'te olmaktı. Ve şimdi ki saat tam dört buçuktur, yani uçağın hareketine yarım saat vardır, bu bir ayda yalnız Paris'teydim demekten başka cevap veremem. Memnun oldum mu? Pek söyleyemem. Bazan yalnızlık çok ağır basıyor, bir evi olmamanın acayipliği insana çeşit çeşit sabırsızlıklar veriyor. Muhayyile, başından reddettiğimiz bir takım şeylerin etrafında dönüyor. Bütün mesele şu ki sıcaklar ve otel odamın kötülüğü çalışmama, istediğim gibi çalışmama imkân vermediler. Ve insan çalışamayınca da her şeyi kaybediyor. Kaç defa "Bu Paris bitti, yenisini getirin!” diyeceğim geldi. Halbuki ne görmesini o kadar düşündüğüm şeyleri görebilmiş, ne bildiğim ve seveceğimi sandığım şeyleri tanımıştım.
Bununla beraber epeyce yer gezdim ve epeyce filim ve tiyatro gördüm. Tiyatrolar fazla değildi. Fakat senin de hoşlanacağın şeylerdi, yani "routine ” in dışına çıkmış şeyler. Strindberg ’in "Alacaklılar” ı ile Ionesco'nun “La Cantatrice Chauve” u ve "Riyaziye Dersi”. Bittabi oyun ikisinde de güzeldi. Strindberg sahnede iyi oynanırsa değişiyor. Muazzam bir şey çıkabilir bu piyesten. Çünkü daha çok iyi oynanması da kabildir. Ionesco daha başka türlü. Tiyatro muharriri değil. Tradisyonun dışın da kendisine bir iklim aramış ve sembolik diyeceğim komiği bulmuş. Konuşuruz daha. Hiç bir zaman kendisini kabul ettiremiyecek, hiç bir zamanda tam unutulmayacak. “Limbes ” lerde, tam seklini bulmamış şeylerin arasında dolaşacak. Asıl şayanı dikkat olan tarafı, bu zalim olmaya çalışan gülüşün arkasında - yahut önünde - hiç bir şey bulunmaması. Niye gülüyor? Niçin gülüyor? Neyi teşhire diyor? Her an ciddi bir takım şeyleri kasdettiğini zannediyorsunuz, sonra böyle bir şeyin mevcut olmadığını anlıyorsunuz. Ionesco, boş basamaklarla inilen ve çıkılan bir merdivene benzer. Tabiî insan ve cemiyet düşmanı. Ionesco ’dan başka kimseyi sevmiyor, beğenmiyor. Hiç bir koz kendisi için değildir. Köksüz ve topraksız, hattâ gölgesiz... Tabiî Aristo’dan çıkılınca böyle oluyor. Semboller tek başlarına kalıyorlar. Müşebbeh, müşebbehün-bih ve vechişebeh meselesi.
Sinemada daha güzel şeyler gördüm. Meselâ dün Courteline’in "Şu Memurlar”ını. Hârika bir maskaralık. Onun yanı başında Dostoyevski’nin Ruslar tarafından yapılan, “İdiot ”su. Bilir misin ki bu filim günlerce beni meşgul etti. Çünkü müthiş bir tezadı var. Bir taraftan yalnız Ruslar tarafından ve Rusya’da çevrilebilirdi: Peyzaj, atmosfer, musiki, müthiş mahallî sahneler ki insanı hakikaten şaşırtıyorlar. Hakikaten mes’udum seyrederken, demek istiyorum. Diğer taraftan kitabın yalnız birinci kısmı ile iktifa edilmiş. Diğer üç kısım atılmış. Dostoyevski bu bakımdan biraz da dışarda kalmış. Fakat, garip şey ama, muvaffakta olmuş. Çünkü Dostoyvski’deki azabı, düşünceyi eşyaya, çehrelere, musikiye falan geçmiş. Roman olarak, yahut hikâye olarak da elimizde pekâlâ "Mösyö’’ Bourget’nin, yahut Alexandre Dumas fils’in iktifa edebileceği bir senaryo kalıyor. Ve insan bu filmi görünce - doğrusunu istersen, Ruslardan ziyade Fransızların elinden çıkması icabeden bu filmi görünce demem lâzım, çünkü ortaya atılan mesele Bourget tarafdarlariyle Rus romanı tarafdarlarının arasında o kadar münakaşaya sebeb olan meseledir; bu münakaşaların büyük bir kısmı bizim gençliğimizde geçti - hem Dostoyevski’nin hareket noktalarını, hem de (biraz da yokluğiyle) birazda kendi dehasını görüyor. Bittabi Ruslar işi büsbütün para meselelerine, burjuva ve aristokrat ahlâkına dökmüşler. Yalnız bir yerde asla sadıklar: yani " İdiot”, İsa’ya, generalin kâtibi şeytana benziyor. Fakat Rogojin’le prenses arasındaki o korkunç sahne, Holben tablosu arasındaki konuşma, onlar kaybolmuş. Hulâsa kompozisyon meselesini büsbütün başka plâna nakleden acayip bir eser ki insan namütenahi üzerinde konuşabilir.
Yarın Allah kısmet ederse Londra’ya geçeceğim. Sen ne haldesin? Meliha Hanım, çocuklar nasıl? Fakülteye gidiyor musun? Kızın tezi nasıl oldu? Ben daha Fakülteden doğru dürüst bir havadis mektubu alamadım.
Aziz Kutsiciğim, yapacak bir yığın iş var, (Var mı acaba? ) onun için mektubu burada kesiyorum. Gözlerinden, hepinizin gözlerinizden öperim, aziz kardeşim.
A. H. TANPINAR
★
II
Air-en-Provance 1 Teş. (Ekim) 1959
Kutsiciğim,
Hâlâ seninle oturup başbaşa konuşacağız. Ne yaparsın? Yaş, Nuh’un güvercini olacak yaş değil. Hastalık yüzünden İstanbul’dan darmadağın çıktım. Nihayet, yolculuğun tabiî dağınıklığa ve aç gözlülüğü, yerini yadırgaması var. Seyyah her yerde olabileceği için hiç bir yerde değil. O zaman da ayak üstü selâmlar kalıyor. Üç aydır etrafla münasebetim bundan ibaret.
Yirmi gündür cenuptayım. Antibes, Cannes, sonra Sête ve şimdi Aix’de. Valery’den sonra Cezanne, yahut Puget, yahut Ondördüncü Louis...
Acayip bir su otelindeyim. Düştük, diyelim. Yemek salonu ihtiyar, kendi kendisiyle konuşan kadınlarla dolu. Tıpkı Anadolu kulübünün lokantası gibi: Pepsinim nerde? İlâcımı getirmemişim...
Kendi içime bir türlü inemediğim için dış âlem de dolaşıyorum. Dün Aix müzesine gittim, (Ressam Gravet Müzesi) güzel, ama çok güzel primitifler gördüm. Bir kaç Bizans üslûbu küçük tablo. El kadar bir doğum tablosu (lâcivert ve yaldızlı yatak bir kayığa benziyordu ) güzel bir Filipo gibi. Daha yakınlardan Fontainbleou mektebinin bir Parnas sahnesi. Haddizatinde mühim bir şey değil ama, dans eden müzün çehresi fevkalâde idi. Yapılan işin dikkati, bu dikkatle yüzün içeriye çekilişi ve maddesinin sırrını yoklamış tekrar görünmesi, hülâsa anlatamayacağım bir yığın birbirine bağlı hususilik, l’Âme et la Danse... Yazık ki ne onun, ne de Gericault’nun Oryantalinin fotoğrafları var. Gericault’nun son resmi imiş. Fakat merak edişimin asıl sebebi modelin kendisi. Ressamın cenaze merasiminde bir Türk, şark kıyafetiyle tabiî, belki de bir Rum falan, çünkü 1824 de Yunan ihtilâlinin arifesin de, Avrupa’da epeyce Rum vardı, çepkeninin yenindeki külü başına serperek cenazenin arkasından yürüyormuş. Kim olduğunu kimse bilmiyor, yahut kimsede görmedim. Halbuki burada mavi sırmalı çepkeniyle, beyaz şalvariyle, siyah sakaliyle iyice görünüyor. Müzenin asıl güzel harika eserlerinden biride Mazzola’nın Sainte Anne, Çocuk ve Meryem’i. Harikulâde bir el senfonisi var. Fakat asıl mühimmi, ressam Sainte Anne yerine kendi resmini yapmış. Belli ki çocuğu, karısı ve kendisi. Hattâ Sainte Anne’ın başında bir çeşit kasket var. Kadın çocuğiyle ve aile saadetiyle o kadar dolu ki. Rönesansın öbür yüzünü bu kadar iyi gösteren eser görmedim diye bilirim. Katedral, puget’ler ve çeşmeler... Yosunlu bir kayadan yapılmış bir çeşmeye bayıldım. Bundan iyi bir nehir veya su tanrısı olamaz. Belki de öyledir. Çünkü buluş kendiliğinden olacak şey değil. Arkasında behemehal bir masal lâzım.
Dün sabah Cezanne’ın atelyesine çıktım. Çok sert bir peyzajda —Marsilya civarında raslanan cinsten ve bir boğazın kenarın da güzel - ‘bir bahçe içinde. Fakat modern binalar peyzaya musallat olmaya başlamış. Cezanne’ın gizli hendesesinden, bir kaç sene sonra, hiç bir şey kalmaz, sanırım. Fakat ilerileri var... Burada her taraf Cezanne.
Görüyorsun, nelerle meşgulüm. Dedim ya, içime inemiyorum. İçim memnu ’ mıntıka oldu. Bunu Sête’de daha iyi hissettim. Vatêry’nin mezarına giden yolda. Akdeniz güneşin de birdenbire kendimde herşeyi yapmacık buldum. Niçin buradayım? Halbuki yol boyunca bir mektepli kadar heyecanlı idim. Belki de yokuş ikinci bir iş olarak beni âdeta uyandırmıştı. Şurası var ki ben her zaman biraz böyleydim. Çalıştıkça kendini bulanlardan. Bu seyahatte ise yalnızlığın, muvakkat yaşam anın getirdiği ruh halile büsbütün arttı. Bakalım Paris ’te n ’olacak? Belki orada değişir. Çalışmaya başlayınca, demek istiyorum. (Bütün mesele şarabın, rakının yerini tutmamasında ve balıkların ıskara yapılmamasında).
Sen ne haldesin? İnşallah benim gibi böyle her rüzgârda bir parçan dağılmış değilsin. Hakikaten bu çok güç şey. Şüphesiz bir çok şeyleri depoya atıyorum. Fakat neler? Bunu bilmiyorum. Bir şeye yarayacaklar mı? O da meçhûl.
Günler geçtikçe İstanbul’a, dostlara, oradaki benliğime hasretim artıyor. Dokuz ay daha var. Fakat bu dokuz ayda bitecek bir yığın şey de var. Ah, hepsinden kurtulup, hür adam olarak İstanbul’a dönsem ve yeniden işe başlasam. (Rakı en iyi içkidir.)
Antibes'de ve Sête ’de denize çok yakındım. Hele Antibes’de okşamasını ve ayaklarınızın altına yatmasını da bilen bir yırtıcı ile dost ve komşu yatıyordum sanki. (Her akşam değilse bile haftada iki defa içmeli). Sesi otelin penceresine asılıyordu. Deniz güzel şey. Güzel ve bıktırıcı. Bir deniz şiirine başladım, fakat bitiremedim.
. . . . . . . . . .
Ben ayın dördünde falan veya beşinde Paristeyim. Bir kaç gün için eski otele ineceğim: Hôtel de Versailles, 60 Bd Montparnasse, biliyorsun. Mektubunu, ailece sıhhat haberlerini orada bekliyorum.
İnsanın olabileceği şeyi seçip ona çalışması ne iyi şey, ne mazhariyet... Yine kendimden şikâyet etmeye başlayacağım. Gözlerinden öperim aziz Kutsiciğim. Karını, çocuklarını, Leylâcığını iki defa benim tarafımdan öp. Leylâ, istediği bir şey varsa bana yazsın . Sen de yaz.
Fakültedekilere, bilhassa Mazhar’a, Taki Beye ve Türkolojidekilere selâm (Domates salatası, balık, kavun, beyaz peynir... biraz çiroz. Daha fazla meze zarardır.)
- H. TANPINAR
Lunic II ye ne buyurulur? Ayın haberi bile yok?
Sabahaddin filimlerle Antibes’e geldi. Orada gördüm. Çok beğenildi. Bilhassa Surname hârika idi. Hoşça kal.
Üçünde, dördünde mektubunu bekliyorum.
Burada barbunyalar çok tatsız. Bol bol barbunya ye ve rakı iç. Mazhar’la yahut Bedriyle... Mazhar’la iyi içilir, biraz resmî ama, iyidir.
A. H.
Bedri’ye birkaç kart ve bir Sête şehri müzesi kataloğu postaya atıyorum. Hiç yazmadım. Aramızdaki protokole pek aykırı değil ama, nolsa bana kızmıştır, diye korkuyorum. Halbuki hep düşünüyorum. Sen beni affettir, olmaz mı? Ben hikâyenin gelini gibiyim biraz ağlaya ağlaya olsa da seyahatten mes’udum. Yalnız akşamları aranıza dönsem iyi olacak.
A. H.
[1]Mektupların ikisini bu sayımızda, ikisini de gelecek sayımızda bulacaksınız.