ADALET CİMCOZ’A MEKTUPLAR AHMET HAMDİ TANPINAR
MEKTUP
………………..
Ben, Paris’te infilâk eden bomba gibi, dün Bulvar Sebastopol’da yolumu kaybettim. Birdenbire etrafım çiçek kesildi. Meğer Hal’e gelmişim. Ya Rabbim! Ne çiçek mahşeriydi. Sanki bütün divan edebiyatı, peymanları, sünbülleri, menekşe ve lâleleri, şakayıkları, ortancaları ile orada idiler. Gûya isim saydım., en aşağı adını bilmediğim otuz çiçek daha vardı. Kaldırımlar, yollar o akşam saatinde eski katedallerin camlarına benziyordu. Her yerde rengin ve ışığın kasidesi. Sabahları, -sıhhatim bahasına-, İstanbul’da peşinde koştuğum sisler içindeydi. Yollar süzgün bakışlar gibi., bir notada eriyorlar. Bir eksiğim var, deniz ve dostlar. Sis’in boşluğunda tek bir balıkçı kayığı veya vapur teknesi görememek! İşte ona hasretim.
Kokto’nun, Orfe’nin vasiyetnamesini gördüm. Birinci cinsten değil, ama gene iyi tarafından Kokto. Sinemadan başka birşey, Kokto kendi masalında yaşıyor. Yarın akşam galiba “Seks ve Uçurum” a gideceğim. Bir de Bartok'un “Mavi Sakal” ı var opera komikte. Çok merak ettim. Bartok’un gittikçe şöhreti artıyor, hemen hemen klâsikler arasına girdi. Bugünün şöhreti olmaktan çıktı gibi bir şey demek istiyorum. Biz kadrini bilmedik tabiî.
Şiir kitabının sonbahara kalması iyi oldu, hiç olmazsa tashih hataları olmaz. Birkaç şiirde bitmek üzere. Belki “Raks” manzumesini de adam ederim. Yazık ki, çalışma ile sadece olmuyor. Kızışma ve muhafaza etme -aynı ruh hali içinde kalma da- lâzım. Bir de inanmak lâzım. Bu ise etraftan gelebilir. Ben, hattâ asrımda yalnızım. Haklı olmak, haklı olduğunu bilmek bir insanı bir ordu içinde bile kuvvetli yapabilir. Fakat bir Epok’a karşı.. çok güç bu. Bu intikâl devrinde şiire benim inandığım tarzda inanmak ve onu yapmak! Hep kendimi toparlamak ihtiyacındayım. Bazen de olduğu yerde hep kendimi bırakıp, başka tarafa geçmek! Bir kafayı boşaltmak makinesi icat etseler n’olur?
Alkol yapamıyor bunu. Bilakis, herşeyi karıştırıyor, birbiri üstüne yığıyor. Niçin bu işleri böyle aldım? Niçin kendimi bir yarış atı sandım? Ben ki, tembellikten hoşlanırım ve insan için en büyük saadeti kaygısız yaşamamakta bulurum.
Bu işin asıl felâketi, bu beş altı formada bütün bir ömrün bulunmasından ve yirmi beş yaşımda yazdığımı bugünkü gözüm ve anlayışımla görmekten geliyor. Bir “müzisizmin” herşeyin yerine geçtiği ve Türkçe bulunan bir kafiyenin bir zafer vâdedildiği devirlerde yazılmış şeyler.. şimdi şiirden sadece musikîyi istemiyorum, ne de derunî ve şahsi herhangi bir hâdiseyi karşılamış olmasını; daha ötede birtakım şeyler istiyorum. Bir ömrün bir bütün olması imkânı yok. Onu isimsiz, resmî terce-meyi-haller, dostlarda kalan ve yaşıyan hayallerimiz bütün yapar. Hakikatte insan ömrü parça parça, sanatta bu şahsiyet bütününü, öbürlerini unutturan eserler yapıyor. Meğer ki insan Baudelaire veya Valéry olsun. Yani hem kendilerini bir lâhzada bulmuş olsunlar, bir lâhza bir devirde, erken yaşta, hem de bunu devam ettirebilsin. Verlaine bile bütün değil. Halbuki çok büyük şair.
Binaenaleyh, müthiş bir yıkılış içindeyim. Kendi harabemde oturuyorum. Bu, çalışmıyorum demek değildir. Ah, bu hürriyet senesi on sene evvel olmalıydı ve on sene evvel ben birkaç sene dersten, zil sesinden uzak kalmalıydım. Belki birşeyler yaptım, fakat tam istediğimi değil. Benim istediğim, insanın ötesiydi, yoksa satıhtan ve toplama empresyonlar, şark sanatının tek hususiyeti, her türlü acemiliği mazur gösteren ve hattâ tatlı kılan bir ekspresyonizm, değildi. Musikî bu derinliği mükemmelleştirmek, ona şekil vermek için lâzımdı. Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım. Dostlar halk şiirini, Karacaoğlan’ı filân seviyorlar; bana bunlar çocuk ağzıyla konuşan Nasreddin Hoca, bâkire oldukları için kendilerini genç ve taze zanneden ihtiyar kızlar gibi geliyorlar. Satıhtan toplanmış, herkesin malı şeyler... Ufak onarmalar, gözsüzmeler. Kedi yavrusu da yapar onu. San’at ayrı birşey. Hele şiir büsbütün ayrı. Şiir, dili piyano filân gibi, şahsî bir âlet haline getirmek sanatıdır. Meselâ Beethoven’de olduğu gibi. Sonat, yahut kuartet, solo, tekbaşına ve bütün etrafını beraberce yaratarak! Ve seni bütün korkularınla, rüyalarınla vererek., ve tavla zarı gibi her mümkün hâdisenin tesadüfünü ortadan kaldıracak bir şekli ile kendisini vermek. Bütün mesele vizyon denen şeyde: Ve ona verilen şekilde. Çünkü güzel mısra kâfi değil., insan hergün birkaç tane güzel mısra yapabilir. Fakat böylesi otuz güzel mısradan birşeyler yapamaz. Güzel mısra, inci avcılığı gibi birşeydir. Şiir, inci avcılığı ve eskilerin dediği gibi mücevher hokkası, değildir. Bir taazzuvdur. Biz hep dilde kaldık, dilde oynadık. Bütün dikkatimizi dile verdik. Beğenmedik, süsledik, attık, değiştirdik ve şimdi arzumuz yerine geldi! Dilsiz kaldık. Mektepte öğretilen bir dilsiz, yani! Sentetik millet buna derler işte. Bak, nerden başladım, nereye geldim? Türkiye'de cemiyeti ittiham etmeden konuşmak kabil değil. Bu sadece cemiyetin kabahati olmasa gerek. Hepimiz nefsimize karşı müdafaa halinde yaşıyoruz ve hepimiz bizden üstün bir mücrim arıyoruz.
Kitap hikâyesi işte bu, fakat sanat ve şiir garip şeyler. İnsan tesadüfle de kalabilir. Üç-beş manzumenin tesadüfü, gizli bir zenbereğin oynaması, seni, iç hayatının öyle bir yerine getirir ki, eser çıkar. Onun için çalışmaktan hiç vazgeçmedim ve çalışıyorum da. Şimdi itiraf edeyim: Günde hiç olmazsa iki saat bitmemiş mısraları mı kopye ederim, nasıl bitireceğimi düşünürüm ve ararım. Bavul dolusu böyle müsvedde vardır evimde. Burada da böyle, ölmediğime göre daha ümit var demektir.
Oradaki hayatımız hakikaten güzel. Hani bir Fransız kadını gelmişti de şaşırmıştı. Paris’te böyle eğlenmenin ihtimali yok, demişti. Şimdi anlıyorum bunu.. nerde Avrupa’da böyle bir âlem? Romantikler zamanında biraz varmış. Biz altmışında devam ettiriyoruz bu işi. Tabiî şahsımdan bahsediyorum, iştirak edebildiğim nisbette.
Hakikaten Osmanlı devam ediyor. Mektubunu okurken; Vâsıf divanını okuyorum, yahut Şânizade’den bir tercemei hâl zannettim. O kadar eski İstanbul, o kadar bizden. Ah, içimizde hakikî roman dehâsiyle doğmuş biri çıksa da bunları yazsa. Türkiye’nin romanı bu işte. Hiç k^mse yaşına ve talibine razı olmuyor. Her yerde olabilir, diyeceksin, olabilir, ama arkasından biri çıkar, cemiyete, hayata, büyük realitelere bağlar.
Aparey’imin sesinde bir acayiplik var, bir türlü düzeltemedim. Cırtlak çıkıyor. Disklere gelince, ucuz et almaya kalktım galiba. Rahat dinliyemedim, bazısını da dinlemeden aldım. Çoğu kötü çıktı. Galiba Paris’te bir kötü diskler piyasası ve ben içine düştüm. Bazılarını başında makine almıyor, bazılarında da müthiş gürültü, yahut cızırtı oluyor. Yavaş yavaş bir iki senede olacak şeyi iki ayda yapmanın neticesi. Mesalâ, Beethoven kuartetlerim çok kötü. Halbuki, son dördünü çok severim. Onbin frank yandı. Böylece de Debussylerimden birin de kazaya uğradı. (Stero plâklar iyi çekilmiyor. Pek azı iyi. İki üç Mozart’tan Beethoven’in –bilhassa Beethoven’i ve Debussy’i seviyorum, bazılarını). Olmazsa apareyi değiştireceğim. Diskleri de yeniden alacağım. Valery’nin bir mısraında “Daima yeniden başlamak..” vardır. Şiirde güzel şey. Tam yerinde çünkü deniz için söyler, fakat hayatta bütün kötü talih ancak bütün felâketlerde olur. Hacet yok, Camus’nün Sisif hikâyesi işte. Ben hep yeniden başlamaya mecburum. Ben ki, dikkati ilâhlaştırmışımdır, herşeyi ondan beklerim, dikkatsizim ve çabuk yoruluyorum. Gençliğimi bilmesem, ihtiyarladım, derdim. Fakat o da var; yok değil. Görüyorsun Paris baharı ile başladım, ihtiyarlıkta bitti. Hiçbir şeyden memnun değilim, hiçbir şeyimi beğenmiyorum.
Mektup beklerim, tekrar sevgiler aziz . . . . . .
Paris, 20.3.1960