Not: Ahmet Tanpınar’ın İstanbul Radyosu için hazırladığı bu konuşma, beklenmedik ölümü üzerine yayınlanamamıştır. Üstadın kaleminden çıkan bu son yazıyı, Baki Süha Ediboğlu’ndan alarak yayınlıyoruz.
ŞEHİR
AHMET HAMDİ TANPINAR
Geçen günü çok sevdiğim ve fikirlerini daima çekici bulduğum bir dostum, bana: “Sence sanat meselelerinde en güç dâvamız hangisidir?” diye bir sual sordu, ilk önce gafil avlanarak düşüncenin tembelliği içinde: “Vaz geç!” diye cevap verdim, "Bütün dâvalar güçtür, öyle olmasaydı, o kadar ihtimali beraberinde taşıyan dâva kelimesiyle onlardan bahsetmezdik. Zaten öbür meselelerden ayırıp üstünde durmamız bile bunu gösterir.” Dostum beni az-çok tanıyanlardandır. Talebelerimin, ara sıra kendi aralarında kullandıkları o sevimli tâbirle boş verdiğimi anladı. Gerçekten de öyle idi.
Sabahleyin erkenden evime gelmiş, beni Yıldız bahçesine götürmüştü. Masmavi, kış mevsimi hakkında bütün bildiklerimizi inkâr eden tatlı bir göğün altında dolaşıyorduk. Kararmış gümüşten çok, hayâli parmaklıklara benzeyen yapraksız ağaçlar, onların sükût aralığından ağır viyolonsel sesleri gibi konuşan yemyeşil serviler ve çamlar, ve nihayet gözümüz her takıldıkça bizi bilmediğimiz iklimlere çağıran lâcivert ve yaldızlı deniz, beni birdenbire alabildiğine âvâre yapmıştı. Fakat, arkadaşım öyle insani rahat bırakan cinsten değildi. Belki de iki şeyle birden ve aynı "kuvvetle meşgul olmasını bilen yaratılışlılardandı.
İster istemez düşüncesinin izinde yürümeğe mecbur oldum. “Belki,” dedim, “haklısın! Başlangıçta hakikaten isteksizdim. Fakat büsbütün de yanlış bir şey söylemedim. Madem ki beni mecbur ediyorsun, daha ileriye gideceğim ve diyeceğim ki, hayatımızda karışık, içinden çıkılmaz hale gelmemiş hiçbir mesele yoktur. Bugünün geçiş devrinde her şey bize biraz da tehditkâr bir muamma çehresiyle geliyor. Tarihimizin acayip bir devrindeyiz. Bir buçuk asırdır süren bir medeniyet değiştirmenin neticesi olarak hayatımıza hâkim olan ikilik, her şeyi güçleştirdi. Kalbimizle düşüncemiz, iyi niyetlerimizde itiyadlarımız hep birbiriyle çarpışıyor. Sonra dikkat edin ki, bu hadlerin kendisi de sabit değiller. Bende iyi niyet olan, öbüründe itiyad, öbüründe hissi bir mesele olan, bir başkasında aklın tek icabı. Belki de, gelecek nesiller için bugün yaşıyanların en ayırıcı vasfı, bu devamlı çatışma olacak. Senin neslin, benim neslim, bizden sonra gelenlerin nesli için onlar, "Hakikaten güç bir devirde, bütün meselelerin azdığı, çetrefilleştiği, görüşlerin ikizleştiği, üçüzleştiği bir zamanda yaşadılar.” diyecekler ve bizleri sırf bunun için merak edecekler ve sevecekler. ”
Tâbiyem aşikârdı. Dostumu düşüncesinden ayırmak ve bu sakin, sadece aydınlığın velvelesiyle dolu saati rahatça tadabilmek için bir kelime tufanına tutmak İstiyordum. Devam ettim:
"Kaldı ki, hayat hiçbir zaman meselesiz ve dâvasız olmamıştır. Zanneder misin ki, Sokrat'm veya Medici’lerin devrinde, Endülüs veya Bağdat saraylarında, Selim ve Kanunî devirleri aydınlarının toplandığı Edirnekapı köşklerinde hayat meselesizdi? O zamanların adamları şiire, mimariye, resim veya heykeltraşîye, musikîye olmuş bitmiş şeyler gibi bakıyorlardı? İnsanoğlu, daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler. Fakat bugün, şartlar büsbütün değiştiği için işler daha bir karıştı, daha güçleşti. ”Gözlerim, bahçenin son çiçekleri arasında kimbilir benim farketmediğim hangi kokunun vadine kapılmış gidip gelen, bir balerin gibi üstüste kavisler çizen bir arada, sözümü bitirmiş gibi yaptım.
Gerçekten de bu güzel sabahta ne diye bunları düşünmeliydi? Vakitsiz bir bahar dört taraftan hücum ederken, deniz böyle yaldız içinde, gökyüzü bu kadar mahmurken, meselelerin duvarı önünde terlemenin mânası var mıydı?
Fakat dostum bu fikirde değildi. Kendisine doğru yaklaşan arıyı eliyle kovaladı, ve bana: “Meseleye gel, sorduğuma cevap ver!” diye ısrar etti. “Güzel sanatlarımız içinde en güç dâva hangisidir?" İster istemez arıyı, güneşi, kuşları ve denizi bıraktım.
— Şiir, dedim, elbette ki şiir...
Dostum başını salladı:
— Hayır, dedi. Şiir artık umumî mesele olmaktan çıktı. Altmış senedir bütün dünyada şiir şairler için yazılıyor. Bir de, şimdi eleştirmeci adını vererek, sanatını ve yaptığı işi biraz daha kavranmaz hale getirdiğimiz münekkidler için. Şairler onların elinden veya iyi niyetinden kurtulur kurtulmaz, doğrudan doğruya üniversitelere geçiyorlar; fakülte çalışmaları ve doktora tezleri oluyorlar: Bundan iki taraf da memnun. Bir taraf, bütün bir anlaşılmamazlık talihi içinde, kendisini anlıyan birkaç müstesna ruh bulduğu için... Öbürleri de öteden beri imrendikleri kozmoğrafya âlimlerine benzediklerini düşünerek. Hemen hepsi her gün yeni bir yıldız gibi yanı başında oturan ve yaşıyanı keşfediyor.
— O halde mimari?...
— O da başka, türlü çıkmazda. Hem uzun zaman bizim için mesele olamaz. Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fıkaralığın nizamı kuruldu. Bilir misin ki, parasızlık tek başına mühim bir mesele değildir! Fakat fakrın nizamı bir yere yerleşip de hayatı idare etmeğe başladı mı, işin ötesi yoktur. Biz çoktan beri şehir fikrini kaybettik. Bu nizamın emrinde yaşıyoruz. Yahut da ondan kaçıyoruz. Ve durmadan bu yüzden, bu güzelim şehri harcıyoruz. Bu şartlar içinde mimarî üstüne nasıl konuşursun? Bak şu İstanbul’daki hayatımıza! Âbidelerimiz bir başka gurbette, biz başka gurbette. Şehrin yansı boş. öbür yarısı gecekonduların, küçük imalâthanelerin emrinde. Biraz imkânı, olanlar da, her gün, ya budayacak bir koru buluyorlar, yahut da istedikleri kırda çadır kurar gibi mahalle ve semt kuruyorlar. Bugün Levent, yarın bilmem neresi.
Dostuma resimden ve heykelden bahsedebilirdim. Fakat bu sefer de Nuri İyem’le Zühtü Müridoğlu’nu harcamaktan korktum. Bir yığın sevdiğim eser, inandığım zekâ kurban olacaktı. Hiçbir fikri, ne de kimseyi müdafaa edecek halde değildim. Sözü ona bırakmak en iyisiydi.
— Peki, dedim, öyle ise lütfet sen söyle...Bana doğrudan doğruya cevap vermedi; bıraktığı yerden düşüncesine devam etti:
“— Hiç Süleymaniye’nin altındaki vakıf dükkânlara dikkat ettin mi? O mücevher, gibi eserlerin perişanlık manzarasına. Biz şehir fikrini kaybettik. Onu harap kamyonların enkazına, acayip kaptıkaçtılara, çengelde av arıyan yırtıcılar gibi dolaşan, yahut bekliyen dolmuşlara, her cinsten ve her tarihten taşıt parklarına, paslı soba borularına, insanı diken diken eden satıcı seslerine bıraktık. Hiç sen başka bir memlekette büyükçe bir yolda sekiz on, boş taksinin ayrı ayrı istikametlerde manevra yaptığını, nakil vasıtalarının sirk kapısı çığırtkanları gibi müşteri çağırdığını gördün mü?
“Yedi metre uzunluğunda bir sokakta, beş dakika içinde sekiz "modem terlik” satıcısının, on beş sebze satıcısının beraberce bağırdıklarını işittin mi? Nerde eski İstanbul? Haraptı, fakir ve biçareydi. Fakat kendine göre bir hayatı ve üslûbu vardı. Her meslek bir ocaktı. Her mal satıcısı, hususî bir makamla malını satardı. Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır. Mimarî bu hayatın asıl büyük üslûbunu yapar. Vâkıa, dün olduğu gibi, artık orkestra şefi vazifesini görmez ama, yine de varlığını hissettirir. Ona doğru yürüdükçe hayat o memlekete mahsus bir renk kazanır.
“Bruge, Gand, Venedik gibi mimarî şehri olan yerlerden bahsetmiyorum. Onlar modern hayatın ve kendilerini bütünüyle verdikleri makine medeniyetinin ortasında bir Ortaçağ rüyası gibi bütün bir ruhanîyeti muhafaza ediyorlar. İstanbul, hiç olmazsa dinî âbidelerinin çokluğuyla, bir tarafından bu şehirlere benzer. Fakat tam onlar gibi olması için çok geniş ve büyüktür. Şehirlerimiz içinde Bursa daha ziyade bu işe müsaittir. O Bursa ki, ovasını yavaş yavaş anlaşılmaz bir şehircilik gafleti dut yaprağını kemiren bir ipekböceği sürüsü gibi yiyip bitiriyor. Yakında Bursa ovasını ormanlarımız gibi hazin bir masal olarak hatırlıyacağız. Bununla beraber, eskiden kalma bir üslûbu muhafaza edebilirdi. Nitekim genç mimarlarımızın hepsi bu endişe içinde çırpınıyorlar. Fakat, dedim ya, parasızlığın içimizde kurduğu o korkunç nizam buna engel oluyor. Sonra, itiraf etmeli ki, başka bir şey daha var. Bir şey ki, bizi aşıyor. Dünya yeni bir mimarî üslûbu peşinde. Yeni malzeme, yeni hayat şartla hemen her memlekette az-çok bir buhran yarattı. Bilmiyorum, hangi muharrirdi, Avrupa medeniyetinin bir İskenderiye devrini, yani, her cinsten üslûb, estetik nazariye, inanç ve felsefenin birbirine karıştığı ve istiklâlini kazanmış aşırı bir fertçiliğin bu yüzden hayata hâkim olduğu devirlerden birini yaşadığını söylemişti. Hani o eski Roma’da kendisine bir fırtına benzeyen mezar yaptıran zengin fırıncının hikâyesi. Şimdi biz o devire kendi şartlarımızla girdik. Yani daha keskin ve daha çaresiz olarak. Çünkü başka memleketler bu cinsten salgınlara karşı kendilerini korumasını az-çok biliyorlar. Hayatları her şeye rağmen türlü yollardan gelen bir murakabenin altındadır. Siz İstanbul'dan başka bir şehirde Şehzade Camiî cinsinden bir binanın kargısına bugünkü Belediye Sarayının kolay kolay yapılabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Sultanahmet Meydanı gibi dört medeniyetin nabzının birden attığı, taşın dört ayrı dilden o kadar üstün şekilde konuştuğu bir meydanın bugünkü şeklinde kalabileceği aklınıza gelir mi? Şehzadebaşı’nda bir yanda Sinan, bir yanda Bozdoğan Kemeri’nin ihtişamı ve sonra o acayip ser kubbesiyle belediye binası... Bunlar yetişmiyormuş gibi, minaresinden başka bir mânası olmayan Burmalı Mescid’in yeniden inşası. Haydi eskiler hayır sahiplerinin iyi niyetlerine karşı gelememişler. Dünyanın en güzel katedrallerinden biri olan Sevilla Katedralini behemehal yaşayanlardan rahmet isteyen bir yığın dindarın gayreti öyle kaplamış ki, Endülüs dehasıyla İspanyol gururunun birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu o cânım mimarîyi göremezsin bile... Bereket versin namaz saf halinde kılınır. Bu sayede camilerimizin içini rahatça görmek, parası olanın tasallutundan kurtarmak mümkün olmuş. Bu âdet girmemiş bize...”
— Ne o sen restorasyona taraftar değil misin? diye sordum. Her millet yapıyor. -Fransız, Alman katedrallerinin çoğu hemen hemen yeni baştan yapılmış gibidir. İçlerinde iki cihan harbi yüzünden iki defa yapılanlar bile var.
Arkadaşım, sanat ve şehir meseleleriyle bizim kadar alâkadar arıyı bir daha kovarak cevap verdi:
“— Elbette taraftarım. Ama hakikaten değen esere. Meselâ eşsiz bir eser olan Sultan Hanı gibi... Anadolu’da bir yığın harap şaheser var ki, her türlü zahmete değer. Büyük eserler elbette restore edilmeli. Ve hiçbir suretle kaybedilmemesine çalışılmalı. Fakat Burmalı Mescid gibi toptan yıkılmış, ikinci dereceden bir eser, Şehzade Camiinin güzelliği için olsun feda edilebilir. Ben Şehzadebaşılıyım. Semtin her taşma ayrı ayrı bağlıyım. Fakat behemehal eski halde olmasını istiyemem. Zaten asıl enteresan tarafı, o minaredir. Çimenle çevirirdik, olur biterdi. Haydi Burmalı Mescid’den vazgeçtik, ya o hiçbir şeye benzemiyen camiin tam karşısındaki Hoşkâdem Kalfa Mescidi?
"Bak dostum, Valery’nin bir cümlesi vardır ki, bütün hayatta bir düstur olabilir. Bu büyük şair, her sabah düşüncelerini yazdığı defterlerden birinde, genç bir meslektaşına soruyor: “Her şeyden evvel bana söyleyin, mukavemetiniz nedir? Nelere karşı koyuyorsunuz?”Bence ileriye hamle kadar, ki hayatın bütün yaratıcı sırrı oradadır, bu mukavemetin de bir yeri vardır. Çünkü, hakikaten muzaffer olması gereğini ancak onun sayesinde buluruz. Gittikçe artan teklifleri, o mukavemet sıralar ve seçer. Biz bu mukavemet fikrini kaybettik. Çünkü mukavemet demek yeniye karşı sırtını çevirip oturmak demek değildir. Şişli Camiinde yaptığımız gibi. Mukavemet her an uyanık olmak demektir, ön siperdeki nöbetçi bölüğü gibi. Bizim mukavemetimiz yok. Demin fıkaralığı itham ettim. Servete karşı da yok. Ne eskiye, ne yeniye hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz.”
Çizdiği hazin tablo karşısında ikimiz de şaşkın, sustuk. Sonra birdenbire tekrar başladı:
“— Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz. Devletin veya belediyenin bir misafiri gibi. Ve başından beri bu böyle. Eğer aksi olsaydı, iki milyon nüfusu olan ve Türkiye’nin servetinin, iş gücünün aşağı yukarı sekizde biri toplanmış olan bir şehir, bir opera binasının yapılması için on beş sene sükûnetle, rahatla bekler miydi? Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehrin hayatına iştirâk etmiyoruz.”
Arkadaşım sualini unutmuş gibiydi.
— İyi ama, sen güç dâvamızdan bahsedecektin. Ve mimarîyi de bu uğurda reddetmiştin. Şimdi ise büsbütün unuttun.
“— Hayır, dedi, unutmadım. Musikî dâvamızdan bahsedecektim. Fakat daldım. Ama fena olmadı. Düşüncelerime bir zemin buldum. Bence en mühim dâvamız, musikî meselemizdir.
Aziz dinleyicilerim, yazık ki bana verilen vakit doldu. Arkadaşım da, ben de o gün işsizdik. Kuşlar, çimenler, kuru yapraklar ve son çiçekler arasında konuştuklarımızın hepsini onbeş dakikaya sığdırmam imkânsız. İsterseniz bu sohbetin gerisini gelecek aya bırakalım. Hepinizi sevgi ve saygı ile selâmlarım.