KENDİ GÖK KUBBEMİZ
Ahmet Hamdi TANPINAR
Yahya Kemal’in şiirleri, bugünkü dille olanlar, Kendi Gök Kubbemiz adı altında çıktı. Hâtırası ve eseri etrafında teşekkül eden iki cemiyet, o kadar ateşli ve sadık dost kalabalığı düşünülürse, oldukça üzücü bir gecikmeden sonra.
Bu kitap benim ve benim neslimin senelerdir beklediği bir kitaptı. Daha doğrusu yakında çıkacağını umduğumuz gazelleri ve rübaileri ile beraber büyük mânasında KİTAB'dı. Üstadın Türk şiirinde ve düşüncesindeki yeri böyle bir ayırmayı kendiliğinden tabii kılar.
Bu kitap için vaktiyle Yahya Kemal’le ne kadar çok konuşmuş, ne hayaller kurmuştuk. Kaç defa işe başlar gibi olduk, eksik ve bitmiş şiirlerin cetvelini yaptık, kitaba isim aradık. Sonunda vaz geçtik. Tek eser üzerinde çalışanların hemen hepsi gibi bir türlü ömrünün büyük rüyasına son vermeye razıolamıyordu. Her tasavvurumuzda bitmemiş bir manzume, tek bir mısra yarım şeylerin etrafında birdenbire peydahlanan o esrarlı aydınlıkla birdenbire yolumuzu kesiyor, sanki ona “Biraz daha bekle” diyordu. İtiraf edeyim ki ben de bu işe alışmıştım. Birkaç sevdiğim mısram behemehal kendi bütünlüklerini bulmasını istiyor, “ Şunu da bitirin !” diyordum.
Ömrünün sonuna doğru bu tamamlama, kendisini bütünüyle vermek arzusu, belki de verememek korkusu şairi âdeta estetiğinin inkârına kadar götürdü. Bu sabırsızlık yüzünden ancak birkaç mısramda elinin ustalığını görebildiğimiz taslak manzumeler bile neşr ettiği oldu. Bu yüzdendir ki Kendi Gök Kubbemiz’i karıştırırken biraz da çok büyük bir heykeltraşın, bir çeşit Rodin veya Maillor’ün başka âlemleri, sırrın ötesini yoklamak için henüz terk ettiği bir atelyeyi gezer gibi bir his duydum. Filhakika son yazdıklarının hepsini demiyeceğim ama meselâ Ufuklar, Cin’ler, Karnaval ve Dönüş, Mihriyâr, O taraf, İstinyegibi bazı şiirler, üzerimde ancak bir çehre, bir kol, yarım kalmış bir gövde veya hareketle eşyanın uykusundan ayrılmış büyük ve asil mermerlerin tesirini yaptı.
Sonuna doğru eser o kadar müşterek meselemiz olmuştu ki bugünkü şeklinde üç kitap halinde neşr edilmesi fikrine bir türlü razı olmadım. Birkaç defa kendisine: "Eski dille yazılmış şiirlerinizle yenileri arasında bir ayrılık yapmanızı hiç anlamıyorum, demiştim. Siz bu üç kitapta da aynı estetiğin, aynı sesin adamısınız. İş böyle olunca bir şekil meselesi veya birkaç yüz kelime ile birkaç gramer kaidesi uğruna eserinizi ne diye bölüyorsunuz? Tarihin seyri ne olursa olsun, eninde sonunda her dilde görülen gelişme ve değişmenin etrafında yine tarihin icabı olarak yapılan bir polemiğe eserin izin bütünlüğünü feda etmeyin!"
Fakat Yahya Kemal haklı olarak bugünkü dili biraz da kendi aksiyonu addediyordu. Zaten gazellerini başından itibaren Eski Şiirin Rüzgâriyle başlığı altında neşr etmişti. Onun için kabul ettiremedim.
Bu şiirlerin Türk duyuşunda ve şiirindeki yerini bilmem hatırlatmağa lüzum var mı? Yahya Kemal’in eseri bugünle dünün arasında bir hattıbâlâ,dağ kılçığı gibidir. Bütün geçmiş zaman tecrübemiz bu eserde toplanır ve gelecek zamana onu hazırlayacak şekilde oradan dağılır. Yeni dil meselesinde şüphesiz kendisiyle beraber veya kendisinden evvel bir yığın insan daha vardı. Fakat onlar sadece teklifte kalmışlardı. “Evde ve sokakta konuşulan türkçe” formülünü bulan Yahya Kemal ise teklif etmiyor, üstünlüğünü ancak kıskançlığın, günlük ideolojinin, önde olma iddiasının inkâr edebileceği bir eserle konuşulan türkçeyi öne sürüyordu.

Etrafında yapılan bu polemiğe rağmen bu eser daha henüz birkaç gazelle, birkaç bitmemiş manzume ve tek başına birkaç mısra halinde iken edebiyatımızı zaptetmişti. Rahmetli Kuşen Eşref’in Diyorlar ki’sini okuyanlar 1917 ve 1918 senelerinde bütün edebiyatımızın iki insanla meşgul olduğunu görürler: Mülâkatların yapılmasından çok evvel ölen Tevfik Fikret’le, ancak birkaç eseri neşr edilmiş olan Yahya Kemal. İkisi de kitapta konuşmazlar. Fakat hemen herkes üzerlerinde konuşur ve düşünür. Haşim gibi her kımıldanışında bir şeyler yıkmak isteyen kabına sığmaz zekâ ve üstün zevk bile Yahya Kemal'den bahsederken sadece öğer. Tevfik Fikret'in, Ruşen Eşref’in kendi ağzından dinlediğimiz sözleri ise belli bir estetik ayrılığı içinden bir nevi saltanat devrine benzer. Hülâsa bu iki adam Diyorlarki'de biri batmakta olan, öbürü yeni doğan iki güneş gibidir.
Hakikat şu ki, Yahya Kemal sadece bir dil iddiası değildi. Dili bir klavye gibi almasını biliyordu. O herşeyden evvel sesi olan şairdir. Ve bu ses bizim yedi asırlık bir çalışma ile elde ettiğimiz bir sestir. Bence söz sanatlannda, hattâ mimarinin dışında kalan bütün sanatlarımız, da tek ekonomimiz bu sestir. Eski şiirin mistisizmi, güzel telâkkisi, coşkun lirizmi, hikmeti, iç örgüsünü yapan imajların hemen bütünü geçirdiğimiz medeniyet ve zevk değişmesi buhranında zannettiğimizden fazla uzakta kalan şeylerdir. Bunlar ancak Yahya Kemal gibi tam bir dil ustasının eline unsur olarak geçtiği zaman yeni bir terkibin malzemesi olarak kıymet kazanabilirler. Fakat yabancı bir âleti, aruzu kullanarak elde ettiğimiz bu sesi unutmamıza imkân yoktur. Hayret, ağırbaşlı düşünce, saç olan çığlık, sevinç- yaratmanın sevinci, hülâsa insan olarak bütünümüzle bu sesteyiz. Eğer eskinin korkunç deniz kazasında herhangi bir mısra, bir beyit, bir hayâl bugünün kıyılarına kadar gelmişse, biz Naili’yi, Galib’i, Nedim’i, Fuzuli'yi ve daima büyük olan Baki'yi zaman zaman hatırlıyorsak, hep bu sesin rüzgârıyladır. Hançerimizi ve kulağımızı o terbiye etmiştir.
Yahya Kemal'in en büyük kazancı bu sesi kendine mal etmesidir. Türkçenin bütün macerası Yunus ilâhilerinin yanık ritmiyle Açık Deniz’in büyük orkestrası arasında geçer. Hepsini alamıyacağım için son parçayı hatırlatıyorum:
Garbın ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücudünü zümrüdleyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldandı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Geniş tabiata, insanın ruhundaki sonsuzluğa bu açılış, okyanusun karşısında onun kıyamet uğultularını âdeta susturan bu konuşma ancak bir devamın zaferi olabilirdi. Ve bunu ancak Süleymaniye’de bir bayram sabahının top seslerini dinlerken;
Çaldıran toplan ardında Mohaç toplarını
duyan ve bize duyuran şair söyleyebilirdi.
Yukarda Yahya Kemal’in şiirini heykeltraşiye benzettim. Vâkia bazı şiirlerin havasını yapan o asil hareket ve jestler, malzemesinden, yani dilden gayrısını reddeden saflık, onları okurken bizi saran dinamizm ancak cansız maddeye insan vücudünün hal ve imkânlarını geçiren tek figürlerin, büyük kabartmaların ve grupların dünyasında rastlanır şeylerdir. Bununla beraber bu şiirlerin daima üzerimde yaptığı tesir, daha ziyade büyük, zengin ve çok değişik bir musiki eserinin tesiri olmuştur. Filhakika bu şiirler bazan bir orkestra, bazan en iyi cinsten bir piyano veya keman, şimdi vahşi kanayan, sonra o kadar munis gülen bir nefes sazı, yahut bütün ruh hallerimizle dolu insan sesi, bana daima sanatların sanatını, musikiyi hatırlattılar. Şu farkla ki, musiki sonsuzluğunu gayrı muayyende bulur. İyi şiir ameliyesini dilin muayyeniyyeti içinde yarattığı bir sonsuzlukta yapar.
Sis Erenköyünde Bahar, Ses, Deniz, o masmavi Deniz Türküsü, Süleymaniye’nin hızını geçmiş zaferlerden alan gururu. Koca Mustafa Paşa’nın ölüleri ve dirileri beraberce kucaklayan merhamet ve kederi, Hayâl Şehir'in akşam renkli hasreti, hep musikinin nizamını benimsemiş bir sanatın mahsulleridir, ve hepsinde yedi asır edebiyatımızı besleyen o geniş sesi başka şekilde yeşermiş buluruz.
Başka şekilde diyorum, çünkü bu mazi mirasını kullanan adam bir tarafıyla ne kadar mazinin devamı ise, öbür yandan belki de, hattâ şüphesiz, asıl şahsiyetiyle bugündür, yani Garbdır. (Kendi Gök Kubbemiz’de modern şiirin babası Baudelaire'in adı iki defa geçer. Bence bu bakımdan Büyü Şiir manzumesi kitabın en dikkate değer manzumelerinden biridir. Bu manzumenin şairin son devirlerine rastlamış olmasına ne kadar üzülsek yeri vardır.)
Hakikat şu ki, bu âhenk ve nağme, bu orkestrasyon, mode majeur’den mode mineur'e daima en zevkli ve üstün olarak dolaştı ve kendini denedi. Bilhassa bugünkü dille yazdığı şiirlerde daima dilin bünyesinden geleni aradı. Bulamadığı zamanlar sahte süse, girifte hiç düşmeden tıpkı ustası Baudelaire gibi nesrin ritmik kardeşi düz bir nazmı kabul etti. Hakiki elmasın yokluğunu taklidiyle değil, düşünce veya ihsasın saf madeniyle tamamlamayı tercih etti. Bu açık oyuna biz Itri'nin Vuslat’ın olduğu kadar Koca Mustafa Paşa'nın da güzelliğini borçluyuz. Bu manzumelerde şiirin bütününü yapan şeyler daima dikkatin ve düşüncenin altınıyla çerçevelenmiş gibidir. Ve böyle oldukları için bize daha derin, daha düşündürücü ve güzel görünürler.
Vâkıa Yahya Kemal hiçbir zaman pariste olmadı ve bunu istemedi. Edebî mesleklerden nasıl korktuğunu bütün dostları bilir. O bizim ilk ve hakiki klâsiğimizdir.
Her klâsik gribi ölçü adamıydı. Lüzumsuz isyanları, hayatının arızalarını zehirli didişmeleri eserinden tarh etmişti. Şiirinin temleri insan kaderinin ve ruhunun aşk, ölüm, ihtiyarlık, gribi tabii unsurlarıdır. Buna yurt sevgisini ve tarih zevkini de ilâve ederseniz portreyi tamamlarsınız.
Yahya Kemal, her büyük şiirin temelini yapan bu ana unsurlar etrafında zihnî mekanizmanın en şairane tarafı olan hatırlama ile çalışır. Onda yaşanan zaman daima arkada kalana doğru akın eder. Denebilir ki, ilhamının her kımıldanışında bir mazi parçası canlanır. Böyle bir şairin;
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan
mısraını söylemesi kadar tabiî bir şey olamaz. O her şeyden evvel sıhhatli bir edebiyatın peşindeydi. Son Paris seyahatinden dönüşünde bana Sartre’ın bir piyesinden nasıl kaçtığını anlattı. Geniş ve aydınlık hayat sofrası dururken kendi omuzlarını yiyen bu cins bir sanat elbette hoşuna gitmezdi.
Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden
mısraı bu itibarla çok dikkate değer bir mısradır. Hakikatte bu red ve inkârda eski Osmanlı zevk ve hayat felsefesi kadar, gençliklerinde Yakub Kadri’yle beraber teklif ettikleri Yeni Yunanî sanatın bütün proğramı mevcuttur. Yahya Kemal’in bu mısraını her düşündükçe, iyi tanıdığını ve zevk alabileceğini hiç zannetmediğim Jean Cocteau’nun Debussy'yi öven bir cümlesini daima hatırlamışımdır: "Rus musikisi daima başımız avucumuzun içinde dinlenir. Onun musikisi kendisini dinlemek için bizi böyle bir harekete mecbur etmez. (Ezberden naklediyorum)” Orphêe'nin Vasiyetnamesi şairiyle Yahya Kemal'i bir noktada birleştiren şeyin Lâtin ve Akdeniz dehası olduğunu bilmem söylemeğe lüzum var mı? O, kültürümüzün, vuzuhuyle ve kader karşısında davranışı ile Akdeniz kültürü olduğunu biliyor, bunun şuurla gelişmesini ve devam etmesini istiyordu: Nisbet ve ölçü. İsyana karşı bir iyileşme sıtmasına benzeyen ve hızını arttırmış hayat sevgisinden başka bir şey olmayan keder. Eylül Sonu bu melânkolinin hacim itibariyle belki küçük, şümulü düşünülürse zengin örneği olan emsalsiz:
Günler Kısaldı... Kanlıca’nın ihtiyarları
Birbir hatırlamakta geçen sonbaharları
beytiyle başlar. Yazık ki Yahya Kemal daha bu şiiri yazdığı yıllarda bir zaman “Mektebden memlekete” formülüyle hülâsa ettiği büyük ruhî macerasına, yani Garbden kendimize dönüşe lüzumundan fazla bir ehemmiyet vermeğe başlamıştı. Bununla beraber bu iki mısra gerçekten kudretli ve yenidir. Bir sonbahar akşamı ışığında geçmiş günlerini, kendilerini alıp götürecek acı rüzgârları bekliyerek tahayyül eden bu ihtiyarların kederi, türkçenin içinde, küçük bir Boğaz kahvesinde, Ulysse'in ahreti gibi melâlli bir âlem kurarlar.
İşte Yahya Kemal'in sanatının sırlarından birisi de bu teksif, bir veya iki mısraa bütün bir ruh halini sıkıştırmaktır. İslâm veya Lâtin, Akdeniz dehasının en büyük tarafı olan bu teksif ve onu besleyen dikkat sayesinde Yahya Kemal türkçede üç zaman buudunu birden içine alan bir sanat yarattı. Yahya Kemal'den bahs edip de onun eşyaya bakışından ve dikkatinden bahs etmemek, sanatının olduğu kadar, konuşmasının da en esaslı taraflarından biline göz yummak olur. Ânın veya hâtıraların, ferdî hayatının veya milletimizin maceralarının peşinde onun sanatı daima bu iki büyük veri ile zaferlerini elde eder ve çok velveleli huzursuz bir mizacı yener.
... Bir uykuyu cânanla beraber uyuyanlar
... Boynunda onun kolları, koynunda o varsa
... Az sürer gerçi fakir Üsküdarın saltanatı
... Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına
... Fânî ömür biter bir uzun sonbahar olur
... Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere
Anlar ki yolcu yol görünür serviliklere
... Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı
... Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan
Akisleri içimizde kendi yarattıkları bir sonsuzlukta çalkanan bu mısraların hepsini bu teksif ve dikkate borçluyuz.
Şiir eğer kendimize dilin imkânlarından ruh halleri yaratmak sanatıysa Yahya Kemal bunun hakikî ustasıydı. Ve eğer realite dediğimiz şey hakikaten insanoğlunu ve insan topluluklarını kendi talihlerinde görmekse Yahya Kemal bizim ilk büyük realistimizdi. Burada tabiatiyle Balzac gibi insan kaderinin ve ruhunun büyük taraflarıyla veya insan cemiyetlerinin talihiyle herhangi bir ütopyaya kapılmadan meşgul bir realizmden bahs ediyorum. Küçük şeylerin cehenneminden değil. Bir hastahane odasının bir saatinden istersek ve sabırsızlanmazsak yirmi ciltlik bir eser çıkarabiliriz. Tıpkı bir katilin veya cinsî sapığın etrafında bütün bir tımarhane edebiyatını kurabileceğimiz gibi. Hakikî realizm teferruat saymak değil, hayatın bütününü görmek ve üzerinde düşünmektir. Niçin Balzac’tan bahsettim? Yazık ki modern romanın babasıyla bu türkçenin kapısını açan şairi birleştiren birçok çizgileri burada sayamıyacağım. Sadece ikisinin de büyük bir masal yıkıcısı olduğunu söylemek kâfidir. Balzac "Bizi masallar yiyip bitiriyor" diye şikâyet eder. Yahya Kemal'in bu cinsten hatırlanacak bir cümlesi yoktur ama ömrü boyunca onu hep bu aksiyon, da gördük. Onu çok defa dinlerken içimde daima Comedie Humaine'in Türkiye'ye dair, neşr edilmemiş bir parçasını okuyorum sanına düştüm.Yakın Tarih için o kadar geniş şekilde yaptığı anket, Balzac’ın tâbiriyle bir "depoya atma" ya benzeyen eşyaya ve hayata o çetin dikkati, hep, tabiatiyle bir taraftan şiirin nizamini benimsemenin, öbür yandan da mizacındaki sabırsızlığın daralttığı bir Balzac'ı düşündürüyordu.
Yahya Kemal yaratılışının bu imkânını sadece konuşmasında tüketti. Ogüzel nesrini hiç denemedi. Âsabı ve hayatının şektt debuna müsaade etmedi. Bu masal yıkıcısı şiirinin hayâl dünyasında kalmayı tercih etti. Hele son zamanlarda eski şiirin havasına sanki bütün bir kültürü yenileştirmek ister gibi büsbütün gömüldü. Rübailerin eşsiz güzelliğini bu kapanışa borçlu olduğumuza göre şikâyet etmeğe hakkımız yoktur. Bununla beraber kaç defa hakiki edebiyat nesirdir, diye yandığını duydum. Fakat şiirin nizamını öyle benimsemişti ki geriye dönmesinin imkânı yoktu. Sabırsızlıkla neşrini beklediğim birkaç hikâyesini bile uyandırdığı ilk aksülamelde okuyucuya, vermekten vazgeçti. Bence Osmanlı tarihinin bir çeşit panaroması olan bu hikâyeler Hammer’le Cevdet Paşa’yı âdeta tamamlayan eserlerdir.
Ne diye olmuş olanın arkasından üzülelim? Bilhassa elimizde şiirler varken. Hangi büyük rüya tamamlanmıştır? Sesi türkçenin İçinde kendi mevsimlerini hor an yen! baştan yaratacak. Bu bize yetmez mi?