YAHYA KEMAL'İN ŞİİRLERİ VE İSTANBUL
Ahmet Hamdi TANPINAR
Evet, İstanbulu ve bütün vatanı, tarihimizle, halkımızla, ıztırap ve neşemizle, bizi bir çok meylerde o kadar üstün yapan macera ve tecrübelerden miras hayat ve dünya görüşümüzle, kendimizi hep onun eninde duyduk. Güneş gibi azametli ve öyle aydınlık manzumelerinde o bize kendimizden bahsetti. Onun ilhamı millî hayatın en mucizeli aynası oldu. Yıllardır bu aynanın ışık tufanında yıkanıyoruz, Böyle olduğu için hayatımıza ve kendimize şimdi bir yabancı gibi bakmıyoruz.
Gerçek vatan şairini onunla tanıdık. Vatan şairi derken, sık sık vatandan bahsedenleri kasdetmiyorum; vatanı dilin içinde ve öz cevheriyle kuran şairden:
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu
Ve derin heybetinde yükselen, manzumelerin yaratıcısından bahsediyorum.
Şüphesiz ki, vatan sevgisi, millet sevgisi gibi duygular, behemehal sanatın şartı değildir, Sanat güzelin peşindedir. Ve onu elde etmeğe çalıştıkça millet dediğimiz terkip kendiliğinden yeni hüviyetler kazanır.
Fakat tarihin bazı düğüm noktalarında sanatın aynasında kendimizi daha vâzıh çizgilerle görmek isteriz. İşte Yahya Kemal şiirini yaparken bize bu tatmini getirdi. O bize elinde bir fihrist, veya çok defa bir ucu politikada biten, yâni bir takım anlaşmamazlıkların açık kapısı bir hissilikle gelmedi; bize kültürümüzü tanıttı.
Onun diliyle ve onun şiirinde aksettiği için bir çok inkâr ve tefsir silsilesinde zaman zaman kaybettiğimiz bir dünyaya kavuştuk; eski ve artık hayatımız için lüzumsuz diye attığımız ve o yüzden fakirleştiğimiz şeylerin bizim için ebedi ve muasır kıymetler olduğunu öğrendik.
Her büyük şair gibi Yahya Kemal de çok değişiktir. Bu cins ayırmaları hiç sevmem; bana sanatkârı ilhamının çeşnisine göre parçalamak gibi gelir. Halbuki ben şairde bir tek şeyi, kelimeyi kullanış şeklini, dile ve mısraa verdiği şekli ararım. Bilmem söylemeğe lüzum var mı? Türkçe mısra onunla doğdu. Fakat vâzıh olmak için sayalım: Yahya Kemal bizim en büyük liriklerimizdendir. Diyonizyak şevki pek az şair onun gibi ve onun kadar kuvvetle terennüm etti. Eski ve yeni dilimizde dâsitani şiirin en güzel, en kuvvetli şairi şüphesiz ki odur. Henüz neşredilmeyen Çaldıran manzumesi, İstanbul'u fetheden Yeniçeriye gazeli, Alparslan gazeli, Mohaç türküleri, Süleymaniye manzumesi büyük jestin, dâsitani edanın sırrına nasıl sahip olduğunu, nasıl tek bir mısraa bazen bütün bir ruh hâletini, bazen bütün bir kavga sahnesini sığdırdığını gösterir:
Atlar karışırken ayak altında kalanlar
. . . . . . . . . . . ey şahid-i zafer
Seyret baharının bu yaman lâlezârını!
gibi mısra ve beyitler yalnız onda vardır. Deniz ve Açık Deniz, Deniz Türküsü her hangi bir edebiyatta denizden bahsedenlerin başında sayılabilecek şairlerdendir. Fakat bu değişik manzaralar bir yerde toplanır:
O kültürümüzün kopan uçlarını birbirine bağlamıştır. Ve sade bunu yapmakla vatanı bulmuştur.
İstanbul'u Yahya Kemal'den evvel teganni eden şairlerimiz çoktur. Hattâ diyebiliriz ki, eski şiirin bütün bir tarafı tâ Fatih'ten beri bunu yapar. Eski şairlerimiz nerede yetişirlerse yetişsinler İstanbul'u benimsiyorlar, onu şehirli gözüyle seviyorlar, hayat modalarını, zevk ve safa âlemlerini şiirlerinde öğüyorlardı. Böyle şairler az çok her büyük edebiyatta vardır. Hattâ daha ileriye giderek hasta bir çocuğun evi zaptedişi gibi, bir türlü idare edemediği velveleli neşesini ve kimsenin ve hiç bir tatminin çare olamadığı derbeder ve daussılalı ruhunu şehre maledenlere de rast geliriz. Verlaine, Paris için böyledir. Bir kaç nesil, belki bütün Fransız kültürü boyunca Paris sokaklarında onun yan Moğol yüzü, romatizmadan hafif aksayan adımları, yalnızlıktan ürken geceleri ve kahve sohbetleri hatırlanacaktır. Bizde de buna, benzerleri vardır.
Nedim bu İstanbullu şairlerin başından gelir. O hastalığını, sefaletini, hiddetini, ruh tezatlarını İstanbul'a geçirmemiştir. Fakat neşesini etrafımızdaki havada hâlâ yaşatmaktadır. Nedim'i hatırlamadan eski İstanbul'u, mevsimlerini, eski bayramları, şehirli hayatını İstanbul güzelini hatırlamak pek az mümkündür. Baki ondan çok evvel, Yahya Efendi, Baki'den az sonra, başka tarzla olsalar bile, Cafer Çelebi ve Atayi hep Istanbul'lu şairdirler.
Şeyh Galip, bu mirası az çok değiştirmiş, yaşadığı şehri, yeni denecek bir hayal dünyası arasından görmeğe çalışmış, hiç olmazsa Boğaziçi mehtabını yeni bir iklim gibi bulmuştur. Bir yığın acemiliği içinde -tıpkı petrol ışığiyle elektrik arasında havagazı lâmbalarının o kısa geçişini andıran- bu zevk değişikliği üzerinde durulması lâzım gelen bir şeydir.
Bütün bu şairlerin İstanbul'u çok sevdikleri ve bize parça parça verdikleri muhakkaktır. Yalnız şu nokta vardır ki hepsi az çok şehir çocuğu olarak bunu yapmışlardır.
Yahya Kemal'in onlardan farkı İstanbul'un şairi olmasıdır. O yaşanan bir medeniyetin hazır çerçevesinden değil, bir ferdiyetin adesesinden, bir daıssılaya benziyen sevgiden ve bir tefekkürün arasından İstanbul'u gördü ve teganni etti. Belki daha ileri gitti; bu şehrin güzelliklerinde sanatın nizamını aradı.
Bir şehrin şiire bu tarzda maloluşu, onun canlı nescini, hattâ nizamını vermesi -çünkü Yahya Kemal'de yavaş yavaş böyle bir nizam teşekkül eder hissini verecek bir yığın şey vardır- hiç olmazsa tanıdıklarım arasında Charles Baudelaire’le başlar. Les Fleurs du mal ve Mensur Şiirler şairinin ilhamında Paris'in mühim bir yeri vardır. Burada artık derbeder bir mizacın peşinde değiliz, ne de sevimli bir şehir çocuğunun.
Baudelaire, zengin bir damar gibi bulduğu büyük şehir Psychose'u ile yeninin tâ kendisini vücude getirir. Emsali çok az görülmüş gergin sinirleri, çok ince ve zalim dikkatiyle, ıztıraba çok açık ve onun terbiyesinde kendini bulmuş ruhiyle bu şair kendinden bir evvelki neslin mirasını, bütün o dağınık tecrübe ve dikkatleri şiirin nizamına nakleder.
Yahya Kemal'in İstanbul sevgisi bu cinsten bir complexe olamazdı. 1774 denberi devam eden milli felâketler, şahsiyetimizi bir ferdiyetin uçlarında denemeği, her şeyi inkârdan sonra bütün insanlığa kavuşmayı bize daha uzun zamanlar menedecektir. Daha doğrusunu söylemek lâzım gelirse diyebiliriz ki, tarihimizin belli başlı terbiyesi umumi endişeler uğrunda ferdiyetin inkârına doğru gider. Her şey düşünülmez.
Onun içindir ki Yahya Kemal'in İstanbul sevgisi estetik plândan vatanın manevi çehresine doğru genişler. Yalnız millî olan şeylerin peşinde bu darlaşmayı ne kadar övsek azdır. Çünkü onda cemiyetimize ait bir takım tarihi şartların tam cevabını alırız. Bu daralışla biz kendi ufkumuza genişler, bizim olan bir "Kâinat" a açılırız.
Yahya Kemal'in şiirleri içinde şiir ve güzellik nizamını verenlerin çoğu İstanbul'un etrafında döner. Bir Tepeden şiiri bunlar arasında en evvel hatıra gelenidir. Bu şiirde şehirle canlı güzelliğin ayniyetini buluruz, Ruhumuzun aynası olan şehir teşekkül ederken bize mahsus güzellik de teşekkül eder.
Irkın seni iklimine benzer yaratırken
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarda yarışmış
Târihini aksettirebilsin diye çehren
Kaç Fâtihin altın kanı mermerle karışmış
Milletle güzellik fikri böylece bir arada tekevvün ediyor. Fakat bu manzumede daha mânalı bir mısra vardır:
Simânı veren memleketin her tepesinde
Canlı güzellik ve İstanbul birbirinin aynasıdır. Geçmiş Yaz, bu büyük temayı daha derin şekilde alır. Orada biz İstanbul'u sade bir sembol olarak görmeyiz; kültürün ebediyeti şeklinde görürüz;
Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin,
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde!
Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde
Henüz neşredilmemiş bir başka manzumede bu güzellik ölçüsü İstanbul'la daha yakından kaynaşır.