CAHİT SITKI'YA DAİR HATIRALAR
Ahmet Hamdi TANPINAR
Cahit Sıtkı'yı tanıyanlar onun gözlerini mutlaka hatırlarlar. Küçük, esmer, çinli yüzü daha ziyade bu gözlerle, onların bakışlariyle canlanır, onlarla yaşar, konuşur, dinler, hattâ bazı anlarında, acaip ve tatlı, son derecede dokunaklı, âdeta kadınca, daha iyisi bir çeşit melek güzelliği kazanırdı. Cahit bu bakışlarla size gelir, içinizden bir şey gribi size yerleşir, sizden bir parça, hatta biraz da azaplı bir şey olurdu. Çünkü az münakaşa eden, kızmayan, darılmayan Cahit'in gözlerinden bazen de size bilmediğiniz günahları yükleyen parıltılar geçerdi.
Kendisine ve etrafına böyle af edemediği şey neydi? Bunu ona sormadığıma şimdi ne kadar pişmanım. Belki de bu kaderini sezdiği içindi. Türkçeyi o kadar güzel konuşturan şairin aylar ve yıllarca en basit şeyleri bile söylemekte aciz kalması, her ağız açışında gölgesini ve rengini zamana fırlattığı eşyanın adını bile hatırlamadan yıllarca yaralı ceylân bakışlariyle yaşaması kadar hazin ne olabilir? Ona türkçeyi yeniden ve kelime kelime öğretmeğe başladıklarını haber aldığım zaman nasıl içim burkulmuştu. Talihin insan oğlu ile bundan zâlim alayı olamazdı.
Cahit'i ilk şiir kitabının çıktığı günlerde tanıdım. Bir akşam Degüstasyon’a gittiğim zaman daima oturduğumuz masada çelimsiz, fakat sevimli bir delikanlı gördüm. Peyâmi Safa bizi tanıştırdı. Yerimi yadırgamış gibi büzülmüş, daha doğrusu kendi içine toplanmış, bizimle konuştu. Galatasaray’ı bitirmişti. Yaşına göre çok iyi okumuştu. Frenkler gibi bizi de çok iyi tanıyordu. Buna rağmen ‘‘beni o kadar şaşırtan şiirlerin sahibi bu mu?" diye düşündüm. Sonra birdenbire bir lâf geçti. Cahit de hepimiz gibi güldü. El avası kadar küçük yüzü aydınlanıverdi. Bu gülüşün tatlılığını nasıl anlatmalı? Birdenbire o şiirleri, onların alaca karanlığını o şiirlerdeki derinliği ancak bu tarzda gülebilen, insana bu bakışlarla bakan, bu kadar saf olmasını bilen bir insanın yazabileceğini anladım. Cahit, hiçbir günahın kirletemiyeceği yaratılışta insanlardandı. Onun için düşmüş bir melek gibi yerini yadırgıyarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü.
Daha o gece Cahit’in alkole bizden çok başka türlü, bir çeşit ihtiyaçla gittiğini, gördüm. Sanki içindeki başka birinin susuzluğunu gideriyordu. Tuhaf ve damla damla denebilecek bir konuşması, çolpa ve hoş el işaretleri, kesik kesik, ağız boşluğunun neresinden geldiğini tayini güç olan bir gülüşü vardı.
O geceden sonra sık sık buluştuk. Pek az insan onun kadar dostluk ihtiyacında idi. Pek basit işleri bile mesele olurdu. Mülkiyeye girişi, okuma yılları hep biraz da kendi miracının azdırdığı meseleler haline girerdi. Gittikçe sağlamlaşan şöhreti, geniş aile muhitinin tesirleri, sevimliliği ve uysallığı, yahut mesele yapmadığı zaman dış âleme kayıtsızlığı ona bir çok kapıları kendiliğinden açıyordu. Fakat derbeder mizacı, bizlerden gizlediği hiddet ve feveranları istediği gibi yaşamak ihtiyacı bu kapıları kendi farkında olmadan bir bir kapatırdı. Denebilir ki Cahit, ömrünün büyük bir kısmını kendi kapattığı bu kapılan önünde yaşamıştır.
Bununla beraber hayata bağlıydı. Hiç gizlemeğe çalışmadığı, hattâ karşısındakinin bilmesini ve hesaba katmalarını istediği ihtirasları vardı ve eserlerinin aksini ciddiyetle takip eder, şöhretini tesadüfe bırakmaktan hoşlanmazdı. İlk kitabının çıktığı haftalarda hemen bütün edebiyat âlemimizi şahsen tanımıştı. Cahit Sıtkı kadar kitaplarını kelimeleri büyük bir dikkatle seçilmiş ithaflarla dostlarına ve edebiyat âlemine gönderen muharririmiz azdır. Rahmetli Ziya Osman'a yazdığı mektuplar, büyük dostluklara ne kadar müsait olduğunu ve edebiyatı ne kadar ciddiye aldığını gösterir.
Bir ara behemehal bir yolunu bulup Avrupa'ya gitmesi için çok ısrar ettim. Her defasında bu işin neden olamadığını bana uzun uzun anlatırdı. Hayatının bir çok güçlükleri galiba köklü aile muhitinin şairi ve yaşayış tarzını bulduğu gibi kabul edememesinden geliyordu.
Şair dalma bir anlaşmamazlıktır.
Garip şey, İstanbul'da kaldığı müddetçe sık sık buluştuğumuz halde şimdi hafızamda ona dair bir yığın enstanteneden başka bir şey bulamıyorum. Diyebilirim ki Cahit, bana sadece zaman içine serpilmiş yüzleriyle geliyor. Bir akşam üstü kol kola Eminönünden Galata’ya geçtiğimizi iyi hatırlıyorum. Köprünün tanı başında ona şiirde kıt'a tekniğinden bahsetmiştim; daha doğrusu kefiyenin mafsalı üzerinde kıt'anın âdeta plâstik dönüşünden. Sonra bir ara Köprüden denize bakmıştık.. Cahit bana yeni bir şiirini okumuştu. Fakat akşamı ve geceyi nerde geçirdiğimizi bir türlü hatırlamıyorum. Beyoğlu'na geçer geçmez hemen ayrıldık mı, yoksa çok defa yaptığımız gibi Degüstasyon’a, yahut da şimdiki Baylan'ın yerinde bulunan Tokatlı'ya mı gittik?
İkinci harbden evvelki yıllarda Degüstasyon hemen hemen bütün edebiyatımızın toplandığı yer olmuştu. Nâmık İsmail, Profesör Münir Bey, Ağaoğlu Ahmet, Mustafa Şekip Tunç, Arif Dino, (Ölüm nasıl etrâfımı talan etmiş), Abidin Dino, Peyami Safa, Hilmi Ziya, Çallı sık sık burada birleşirdik. Buraya zaman saman Yahya Kemal'in de geldiği olurdu, Yahya Kemal, Cahit Sıtkı ve Arif Dino'nun bir masada beraber olduğumuz gecelerden birini çok iyi hatırlıyorum. Cahit’in Şairin Ölümü pillini Yahya Kemal çok sevmişti.
Bütün bahçeler kilitli
Anahtar Tanrıda kaldı.
Bu mısralarda halk şiirimizin bütün iyi tarafı vardı. Ve üstelik her mânasiyle de yeniydi. Cahit bu şiirin sesini uzun müddet devam ettirdi. Arif Dino o sıralarda kendisini at kuyruğu telinden kalemlerle çizdiği o çok güzel desenlere vermişti. Yazık ki, devam etmedi. Kahveye gelir gelmez daima elinde taşıdığı çini mürekkebi hokkasını ve fırçalarını masanın üzerine yerleştirdi. Gözlüklerini kaşlarının üstüne itti ve sürrealizm ile ezoterik nazariyelerin birbirine karıştığı, bir ucu simyaya dayanan çetrefil bir estetiğin izahına başladı. Fakat Ârif’in düşüncesi bulutlarla saraylar inşa eden acaip bir mimara benzerdi. Sarahate hiçbir suretle gelemezdi. En bildiği ve anlatmasını en fazla istediği şeylerin dahi büyük bir kısmını iç gözleriyle görmek ona yetişirdi. Yahya Kemal'in çok sarih cevaplar isteyen sualleri karşısında bu sefer de öyle oldu. Cevaplar gittikçe müphemleşti. Ârif o gece bize kırmızı ve karabiberi! votka içmeyi öğretti. Cahit’in bir kaç defa bu keskin usulü tatbik ettiğini gördüm.
Tokatlı’da daha ziyade Yahya Kemal’in etrafında toplanırdık. Bu lokanta'da Davit efendi isminde çok sevimli ve ses şairine gerçekten hayran bir metrdotel vardı. Yazık ki Davit efendi'de bu hayranlığının çok ters neticeleri olurdu. Yahya Kemal’i görür görmez birdenbire iş güzarlığı tutar ve üst üste çolpalıklar yapardı. Bu yüzden sık sık azarlanır sonra da çok cömert bahşişler alırdı. Tokatlı’da Davit Efendi olsun, diğer garsonlar olsun bize sadece hizmet etmekle kalmazlar, fırsat buldukça -tıpkı hizmet bahanesiyle masamızın etrafında dizilirler, Yahya Kemal’i dinlerlerdi. Sohbetin kepenkleri indirildikten sonra da saatlerce sürdüğü gecelerin birinde Yahya Kemal garsonlara ve Davit Efendi'ye, "Eğer bu sefer de âlim olmadınızsa artık bu işten vazgeçelim!” diye vedâ etmişti. Davit bu sözü hiç unutmadı, ölümünden bir kaç ay evvel o zaman işlettiği Cumhuriyet kahvesinde bana gülerek: “Olamadık, gitti...” diye hayıflandı. Yazık artık ne İstanbul tarafında, ne Beyoğlu'nda edebiyatçıların toplandığı kahve hemen hemen kalmadı.
Erken ölümüne o kadar hayıflandığımız İlhami Safa'nın çıkardığı Kültür Haftası mecmuasının bir kaç toplantısı Tokatlı'da oldu. Yine aynı sırada bir apartmanın birinci katında şimdi adını unuttuğum barla kulüp arası bir yerde toplantıya devam ettik. Bu barda sık sık rastladığımız, yüzünde yara izi bulunan genç ve güzel bir kadından Cahit’in hoşlandığını da çok iyi hatırlıyorum. Bu kadının Baudelaire’in siyah Venüs’ünü hatırlatan sıcak esmer teni ve yine siyah büyük gözleri ve garib, iştihalı bir sesi vardı. Cahit Kültür Haftasında galiba biraz da benim ısrarımla Thomas Mann'ın Venedik'te Ölümü’ünü tercüme etti. Kitabın Fransızcasını kendisine, iyi bilmiyorum amma, ben verdim gibime geliyor. Yahut da bulamadığını için üzüldüm. Hülâsa kitabı elde ettikten bir iki gün sonra ona Ankara caddesinde rastladım. Yüzünde o tatlı gülümsemelerden biri vardı. Romanı beğenmişti. Bu tercüme galiba yarım kaldı. Yahya Kemal’in edebiyatımızda uzun zaman münakaşa konusu olan (Mektepten Memlekete) formülü Kültür Haftası’ndaki bir konuşmasındandır.
Bütün bu toplantılarda Cahit Sıtkı çok defa bulunurdu. Sessiz sedasız durur, sanki büyük tereddütleri yenerek konuşmaya bir kaç kelime ile katılırdı. Bu sessizlik benim için asıl vasfı olmuştu. Halbuki bilhassa aşrı sarhoşlukların da çok gürültülü bir neş’esi olduğunu işitirdim. Buna rağmen Cahit Sıtkı'da içine gömülü bir taraf vardı. Şiirimize asıl getirdiği de bu tarafıydı. Onun, eseri türkçede bütün bir mahremiyet havasıdır. Şu şartla ki, Cahit bu intimisme’i bütün insanlığa doğru genişletmesini bilmişti.
İkinci Dünya harbinin başlarına doğru o kadar istediği Avrupa seyahati tahakkuk etti ve Cahit çok sevdiği ve çok iyi tanıdığı BaudeIaire'ın ve bilhassa Verlaine'ın yaşadığı memlekette, Paris’de bir buçuk sene kadar kaldı, dönüşünden sonra Ankara devresi başlar.
Dönüşten sonra Cahit'i çok az görebildim. Ankara'da yeni dostlar bulmuş, kendi etrafında bir gir muhiti toplamıştı. Her gece birleştikleri lokantayı bildiğim halde buluşamadık. O benim evime nedense ancak bir defa gelebildi. Ben Ulus matbaasına yakın bir yerde bulunan toplantı yerlerine iki defa gittiğim halde onu bulamadım. Tesadüflerimiz daha ziyade yolda veya dost evlerinde oluyordu.
Son uzun konuşmamız Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde oldu. Her lâhza mihverinden çıkan bir münakaşanın doldurduğu gecelerimizden biriydi. Cahit bermutad münakaşaya hemen hemen hiç girmedi. Bütün gece. Benimle beraber oturduğu divanda, elindeki Pleiade baskısı Verlaine'i karıştırdı. Bir ara bize birkaç şiir de okudu. Okurken sesi titriyor, alkolin tesiri ile olacak iki de bir hıçkırık tutuyordu. O gece çok mu içmişti, bunu bilmiyorum. Fakat devamlı içtiği, içkiyi kendisine iklim yaptığı belliydi. Ara sıra duruyor, beğendiği mısraları tekrar ediyordu. Bu anlarda bakırdan, küçük, bir kandile benzeyen yüzü içten aydınlanıyordu. Çünkü Cahit yalnız şiirle temas ettiği anlarda mes'ut olan insanlardandı. Bazan da bana, “Nasıl, üstadım?” diyerek yarı şaka, tariz ediyordu.
Aramıza şiir bahislerinde bir yığın anlaşmamazlık girmişti ve galiba benim saf şiir tarafımda kalışımı, hele nesir yazmamı affetmiyordu. Bu halis şair, şiirden gayrı ifade vasıtası tanımıyordu. Halbuki ne güzel ve ne kadar zevkli bir nesri vardı.
Cahit, Verlaine’i daima sevdi. İlk çağlarındaki yerli kesirlerle -daha ziyade Haşim- sonradan keşfetti. Halk şiirinin havası hariç, üstünde en devamlı tesir şüphesiz Sagesse şairinden gelir. Şiir tekniği o kadar değişmesine rağmen ona daima sadık kaldı. Bu sevgide mizaç ve hayat itibariyle bir yakınlığın da payı olsa gerektir. O da büyük Fransız şairi gibi şiiri doğrudan doğruya hayatında arıyordu. Fakat hayattan gelenleri daha az işlenmiş, daha az değişmiş olarak veriyordu. O geceden bende kalan hayallerden biri de daima ayakta gramofonun önünde duran Orhan Veli'nin birkaç defa çaldığı Petruchka’yı Cahit'in her defasında yan uzandığı divandan doğrularak sanki yeni işitiyormuş gibi dikkatle dinlemesidir.
Cahit Sıtkı ve Orhan Veli... Çok genç yaşlarında tanıdığım bu iki şairin ikisi de hiç beklenmedik bir çağda, uçan yıldızlar gibi hayatımızdan çekilip gittiler. Fakat eserleri bir mevsim gibi aramızda. Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastahanesinde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerini yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zekâ gözlerimin önünde kendisi olmaktan çıkmıştı. Cahit’le, Orhan’ın şiirleri birbirinden çok aynıdır. Fakat aksiyonları ve istedikleri şey birbirine az çok benzer. İkisi de yerinin -bilmem bu mânada şiir ,için ne kadar lüzumlu bir şeydir- peşinde idiler. İkisi de bir çeşit popülizmi istiyordu. Yalnız Cahit geleneklere daha derinden bağlıydı. Canı istediği zaman aruzu ve heceyi o kadar iyi kullanan Orhan ise daha kökten bir değişmeyi istiyordu. Ayrıca Orhan'ın görüşünde büyük resme kadar giden bir çeşit teksif, dış âlemle daha derin bir temas vardı.
Cahit'e son tesadüfüm Ayaspaşa’da oldu. Ayak üstünde öpüştük. Güçlükle konuşuyordu. Belki de bu güçlüğü hissettiği için gözleri yaşlanmıştı. Biraz sonra hastalık haberi geldi..
Cahit'in şiiri, ölümden hayata doğru genişler. Belki de santimental yaratılışı, yahut da başka sebepler onda bu sanatın asıl kaynağı olan o atavik duyguya, her düşüncede türlü nikahlara bürünen büyük ve aslî korkuya götürüyordu. İnsan zihninin hallerini kozmik dramla birleştirmeğe çalıştığı ilk devirlerde bile -gece bir sebep değil, belki bir neticedir- bu sezilir. Daha sonraki şiirlerinde:
Öldük, ölümden bir şeyler umarak
diyen şair, kuş, yaprak, çiçek, mevsimler, bütün lezzetler, insan sevgisi ve dost bağlılığı, kadın sevgisi, kendi yalnızlığı -bu izahı güç, şair yalnızlığı- bütün etrafı, masası, penceresi, her şeyi, hepsini çok kesif bir yaşama aşkının evvelden kazanılmış bir zaferle şeffaf kıldığı bir perdenin-öbür tarafından ve araya koymayı çok iyi bildiği bir fasıladan bize gönderdi. Bazı şiirlerinde, insanı saran o keskin hava, dünyasını bir kuş yuvasını yapar gibi parça parça taşıdığı bu uzaklıkta âdeta maddesini inkâr ederek konuşmasından gelir.
Bu ameliye Cahit’te o kadar- esastır ki en doğrudan doğruya konuştuğu şiirlerinde bile çok defa eşya kendi gölgeleri olur. Cahit bu ameliye sayesinde âdeta tenezzüllerinde kazandı denebilir. Filhakika kendisinde esas olan santimantalizmden zaman zaman büyük ve beşli nağmeler, çığlığa çok yakın içlenmeler ve bazan da hakikî çığlıklar çıkardı.
Hasta Cahit, şiirlerinin iklimi olan bu uzaklıkta bir müddet kendi kendisinin bir gölgesi gibi yaşadı ve oradan, bizim için o kadar güzelleştirdiği, hayatın ikiz kardeşi yaptığı ölüme geçti. Muhakkak ki çok ıstırap çekti. Fakat nasıl diyelim ki, bu elbette dostlarını bir noktada teselli eder. Burda da istediği şeye erişti. Yani ölümünde bile şiirine sadık kaldı. Onun nizamım yaşadı.