HER AY BİR KONUŞMA
AHMET HAMDİ TANPINAR ANLATIYOR Konuşan: Mustafa BAYDAR
— Siz bir konuşmanızda şiirin tarifi güçtür, demiştiniz.
— Bilmiyorum, belki söylemişimdir. Her halde şiirin bir yığın tarifi yapılabileceğinden çok bahsettim. Fakat, bu kadar inceliğe gitmeye lüzum var mı? Onu Moltêre’in felsefe hocasının yaptığı gibi nesirden ayırmak kâfidir zannederim. Belki, ufak bir çizgi daha ilâve edebiliriz: Nesirde söylenmesi imkânı olmıyan, yahut söylenmesi için nesrin rahatlığıma muhtaç olmıyan şeylerin sanatı da diyebiliriz. Herhalde, benim için evvelâ bu tarafından ayrılır. İyi bir şiir nesirde daima eksik, az tatmin edici ve hattâ lüzumsuz ve bozulmuş şeklini arar görünür, Omiros’da kendi vücudunu arıyan Ahileus gibi.. Bu, dilin içinde insanı bütünile aramaktır. Dilin çığlık, şekil (geştalt) ve nağme oluşu. Bunları nesre tek başlarına nakledin, ortaya tahammül edilmiyecek bir şey çıkar. Çünkü nesir , düşüncenin ta kendisidir. Şiir ise kendi şeklinin peşindedir. O, dolayısiyle konuşur. Şüphesiz bunun aksi olan eserler de vardır. Hem de çok büyüklerinden. Fakat onlar da eninde sonunda, sadece dilin imkânlarından gelen güzelliği veren o saf taraflarına, yani beş on mısraa iner. Asıl hava onların etrafında teşekkül eder. Halk bunları seçer. Eski destanları böyle ayıkladı.
— Yani şiir hiç bir şey söylemez mi?
— Söyler, elbete söyler. Hem daha çok söyler. Fakat bizi kendi içimizde konuşturarak... Bütün şekiller gibi varlıklar ile konuşur.
— Bu tarif biraz dünkü şiire ait değil mi? Böyle saf bir şiir anlayışı...
— Tabiî ben şiirin, kendisinden bahsediyorum. Bugünün veya takvimdeki herhangi bir tarihin anlayışından bahsetmiyorum. Ona bakarsanız her devrin şiir anlayışı var. Seyit Vehbi zamanında şiir, nükte, cinaslı söz, mazmun, yahut aruzun çuvalına alelacele tıkılmış söz sanılırdı. Ama, şiir diye insanlığın tanıdığı, seçtiği, ayırdığı ve unutmadığı bir şey de var dünyada... O, duruyor, gelişiyor, daima kendi eşi olan soyunu yaratıyor. Ve bu şiirin de her dile göre kaideleri ve hususiyetleri var. Mevcut olması için onları arıyor ve istiyor. Şiir dilin çiçeğidir.
— Şu halde, siz kafiyeye, vezne, hattâ şekle, bir zaruret gibi bakıyorsunuz.
— Onlar oyunun şartlarıdır. Yani işin içinde ve esasında mevcut şeyler. Hiç oyun oynıyan çocukları seyretmediniz mi? Nasıl kaidelere, riayet için kıyamet koparırlar, “Kardeşim olmadı...” diye birbirlerini yerler. Aksi takdirde kendilerini veremezler işe de onun için. Çünkü oyun oynadıklarını bilirler. Onun ciddiyetine inanmak, o zahmete katlanmak için gizli mukaveleye riayet ederler. Sanat da oyun gibi İçtimaî bir mukaveledir.
— Ama kendiniz bu şartlardan çıktığınız oldu.
Tanpınar güldü:
— Ben modern, adamım da onun için!
(Sonra daha ciddileştir) Aksi kabil mi? Bütün zahiri hürriyetler gibi o da beni kendine çekecekti tabiî. Fakat, doğrusunu ister misiniz? Daima, hattâ kompozisyon esnasında bile içimde bir şüphe kaldı. Hayır, fazla keyfi, fazla bana tâbi bu iş... Halbuki şiir sosyaldir. Geleneğe bağlıdır. Şair asırlık şekillerin ve kaidelerin içinde kendini daha emniyette hisseder. Daha şahsî olur. Düşünün bir kere! Bir veznin etrafında başlıyan o ilk mısra, onun içinizde kımıldanışı. O veznin, yani sesin birden size ait bir ritm oluşu, onu benimseyerek emrine girmeniz. Kafiyelerimi tuttuğu ışıkta, onların uyandırdığı dikkatle adım adım yürüyüşünüz... Birden dilin içine düşersiniz. Her kelimeyi ayrı ayrı bulmak, ayırmak, birbirile kaynaştırmak lâzım. Yavaş yavaş kıt’alar veya büyük ritm cümleleri başlar. Temler birbirlerile karşılaşır, gelişir. Nihayet son mısra, büyük, geniş, bütün tecrübeyi içine alan, yahut tamamlıyan, yahut o zannı veren o son işaret veya çığlık. Bu başlama, bu yürüyüş, bu bitişte şiirin, yani insanın, yahut dilin - zaten bu noktada aralarında fark yoktur, - sırrı teşekkül eder. Dünya yeniden kurulur. Evet her şiirde dünya yeni baştan kurulur. Musikinin bir başka eşi. Bunu yalnız şiirin ahengini, ritmini düşünerek söylemiyorum. Şiirdeki konuşmanın şekli musikîye benzediği için söylüyorum. Şiir bir ikameler sanatıdır. O da musikî gibi kendi maddesini kendi şartlarile yaratır.
— Bugünkü telâkkinin, bu musikiye benzer, onun aynı olan şeyleri, hattâ basit âhenk endişesini bile reddettiği söyleniyor.
— Halbuki tamamile onun peşinde... Bütün sanatlar musikînizi peşinde. Ve hattâ bu yüzden tabiatlerini inkâra kadar gidiyorlar. Fakat bugün, bizi bu kadar meşgul etmeli mi?.. Yanlış söyledim tabiî… Demek istediğim şu: Bizim bu gün dediğimiz şey sadece bir estetik iddiası değil ki.. Bir devir, bir cemiyet gibidir, onun bir yığın tarafları vardır. Ben nazım şekillerini yıkarak muasır olmaya çalışan yüzlerce şair bilirim ki, eskinin eskisidir. Vasıf gibi şaka ile, zarafetle şiir yazarlar. Kelime üstünde oynarlar. Biz bu günü başka yerde, yani kendisinde ararsak daha iyi olur, içimizde demek istedim, insanın huzursuzluğunda. Bununla şiirin behemahal, bir şekil meselesi olması icab ettiğini de söylemiyorum. Kendi inandığımı söylüyorum. Zaten cins şairler yavaş yavaş bu şekli kendiliğinden bulmaya başlıyorlar. Ona ister istemez gidiyorlar. Onu yaratıyorlar.
— İnsanın içinde, dediniz, bu sözü biraz açıklar mısınız?
— Bugünkü insanın huzursuzluğunu kastediyorum. O, kendisini evinde hissetmemekten gelen yadırgama, o ifade ihtiyacı, yaptıklarından şüphe.. Hülâsa çivilerin yerinden oynamış olmasam kasdettim. Asıl bugünü veren şey, bu huzursuzluk, tatminsizlik değil mi. Kelimelere hattâ dile inanmamak, her an köklere doğru gitmek, her an kendisini evirip çevirmek, sökmek, tekrar takmak... Hattâ artık takamıyoruz da.. Dağınık unsurlarımızın karşısında çırpınıp duruyoruz, yahut onları orada bırakıp kaçıyoruz.
— Sizin hikâyenizdeki Abdullah efendi gibi. Hani kendi zerrelerini toplar.
— Evet, kendi zerrelerini toplar.. Ama Abdullah efendi 1935 de yazıldı. Bugün yazılsaydı onu da yapmazdı. Belki de bu şekilleri yıkmaya bu kadar ısrarla çalışmamızda bunun da tesiri var. Sonra devrimizin münevverinde başlıyan o garip hastalık. Behemehal kendisinin dışına çıkmak kalabalığa karışmak, beklenmezi, bulmak ihtiyacı... Hakikatte bugünün entellektüeli çok güç bir iş yüklendi. Kendisini lüzumundan fazla sorumlu addediyor. Durmadan itham ediyor, durmadan bırakıyor. Hani masallardaki gibi... ormanın etrafına bir ip sarıp taşımaya çalışan kahramanlar gibi bütün hayatı yüklenmiye çalışıyor. Beni İsrailin İsa’dan evvelki devrine benzedik. Her köşede bir saat evvel giydiği paçavralarının içinde dövünen bir Peygamber var. Şüphe Peygamberi, iman Peygamberi, vazgeçme Peygamberi. Hristiyanlıktan, hattâ İslâv mistiğinden geçmiş, Hristiyanlıktan gelen bir nefis ithamı. Ben hastayım, binaenaleyh varım. Halbuki Descartes, yani Avrupa, düşünüyorum, binaenaleyh varım, diyordu. Ve adı konmamış şeylerin peşinde değildi. Böyle bir şeye rastladı mı lâtince lügatini açar bir ad bulurdu. Bir ad ki, tarifin ta kendisi olurdu. Bakın, demin benden şiirin târifini sordunuz. Şiirin sanatın târifi kendi adlarındadır. Kelimeler köklerine indikçe eşyayı ve insanı verirler.
Evet Avrupa diyordum. Avrupa, zaruretlere isyan etmez, onları tanıdıkça, yeneceğine inanırdı. Avrupa.. O, hiç Şark değildir.
Bittâbiî, bunun bir kısmı da taklid. Bir hastalığı bütün ârazile taklit. Farkında olarak veya olmıyarak. Netice ne oluyor! Ya insan tek haneli bir rakama iniyor, yahut dağılıyor. Ama, neticenin böyle olması vakıânın varlığından bizi şüphe ettiremez, değil mi? Ne de hazzından. Çünkü bir kısmını kendimiz icad etsek bile karışığın, elle tutulmazın, inkârın, kendini dönülmez yollarda, karışık rüzgârların elinde hırpalanır görmenin, nev’inin yegânesi tecrübelerin adamı hissetmenin de bir hazzı vardır. Asrımız ki, dışından bakınca, büyük fikirlere, inançlara inince o kadar sosyal görünür, bu meselede, bütün tarih boyunca görülmemiş kadar ferdiyetçidir. Ne yazık ki, san'at sosyal'dir ve sosyete akıldır, nizamdır, devam zinciridir.
Bunları söylerken insan, yalnız huzur içinde, sabit kıymetlerle iş görür demiyorum. O cinsten bir huzur ölümün ta kendisidir. Hattâ daha beterdir. İnsan değişmezse çürür. İnsanlık değişir. Nesilden nesle daima değişir. Fakat meseleleri müsbet almak şartiyle. Bu Diyonozos ile Apollon’un karşılaşmasıdır. Toprak elbet besler, fakat yalnız kökü besler, tohumu çürütür, o kadar. Üzüm ve buğday ise, güneşin altında olur. İşte onun için san’atta şekilciyim, yani kendimle mücadeledeyim.
— Huzur romanını yazdığınız ne kadar belli...
— Mesele ,eski masalları iyi okumakta. Titan ve ifrit her zaman vardır. İnsanın içinde her lâhza uyanır. Hakikatte onlar bizim zenginliklerimizdir de. Fakat kayıt altına almak şartile. O zaman hür olarak karşısına geçeceğimiz malzeme olurlar. Biz bugün onlara yardım ediyoruz. Edebiyattan kaçalım, derken daha kötü bir edebiyat yapıyoruz. Ama hep böyle değil tabiî... İşin içinde tesadüfün fazla girmesine rağmen yine de eserler çıkıyor. Çünkü insanoğlu elindeki işe kendisini geçirmesini biliyor. Başlarken inkâr edilen dikkat kendiliğinden işin ortasında uyanıyor.
— Sizce dehânın miyarı nedir?
— Dikkat... İnsan dikkatidir. Dikkati nisbetinde büyüktür, kuvvetlidir. Çünkü dikkat bize, eşyanın ve kendimizin kapılarını açar. Rilke ne güzel söyler. Ağaç şiiri mi yazacaksın, der. Aylarca ağaca bak, nizamını içine naklet. O sende, kulaklarında ve gözlerinde kurulsun, der. Hayır, bu son kısmı orada söylemez. O son sonelerdedir. Ne şair ama... Tercümeden okuduğum halde -Almanca bilmem- hayranım Bakın burada da bu meseleye dönebiliriz. Hiç de aslının güzelliğine erişmiyen tercümelerle bir şair nasıl sevilir? Düşüncesi için mi? Elbette ki, hayır. Seviyorum, seviyoruz, çünkü Rilke, cins şair olarak düşüncesini, kendisinin olan bir tekniğin emrine vermek suretile o kadar değiştirmiş ki... Anlıyor musunuz, şekil, ruhu ve muhtevayı öyle benimsemiş ki, kendisi dağıldığı halde yine de bir şey kalmış. Yani şekil, ruhu yaratmış. Canım öyle değil mi! Biz şeklimizle mevcut değil miyiz? Şeklimizle yani vücudumuzla... Bütün kabiliyetlerimiz vücudumuzdan gelmez mi?
— Demin üzüm ve buğdaydan bahsettiniz?
— Zeytin ve inciri de koyabilirdim. Çünkü Akdenizliyim. Biz Akdeniz insanıyız. Türk kültürü Akdenizlidir. Eski medeniyetimizin modalarına mukavemeti, onlarla mücadelesi de buradan gelir. Biz esersizlikten şikâyet ederiz. Nasıl eser olsun ki, bu modaları bütün taklide rağmen benimsememiş, gizliden gizliye ona isyan etmiş. Ve sonunda işi şakaya ve tam oyuna götürmüş. Evet, Akdenizliyiz. Yahya Kemali biraz da bunun için severim. Bu hakikati bulduğu için. Camus’den çok evvei
Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden!
dediği ve ondan evvel, çok gençken Çamlar Altında musahebeleri yazdığı için. Nedime Tahmisindi , de bunu ayırır.
— Akdeniz size bir çok şeyler duyuruyor ve düşündürüyor galiba..
— Adalar Denizinde bir dolaşın, anlarsınız. Ben 1920 de Antalya'ya denizden gittim. Hem 10 gün sürdü bu yolculuk. Vapurla gittik ama, bir yığın iş çıktı. Bekledik, yavaş yürüdük. O zaman çok cahildim. Fakat kör değildim tabiî, gördüm. O güneş altındaki vuzuhu gördüm. Ne hacet, İstanbul, bütün sahillerimiz böyle. Ve her adanın ta uzaklardan çıkışı, bütün kenarlar ile büyüyüşü, o şaşırtıcı nisbetler ve renkler. İnsan ister istemez, her şeyi, kendi zihninden ve elinden çıkmış gibi kabul ediyordu. Her şey insandı, insana dönüyordu. Herşey, her şey sanki akıldı. Ve tabiî, çıplak ve güzel vücuttu. Herşey insana, sen ve yalnız sen varsın, diyordu. Yalnız senin düşüncenin ve vücudunun nizamı var, diyordu.
— Bazan realitenin dışında veya üstünde gibisiniz.
— Anlaşılıyor, benimle adamakıllı kavga etmek istiyorsunuz. Bilâkis... Yani hem evet, hem hayır. Yalnız beni realite prensiplere götürür. Yavrum, ben biraz eski adamım, yani takvimin adamı değilim. Ben komedinin komedi olduğuna, şiirin şiir, hikâyenin hikâye olduğuna, nemlerin aralarında bir silsile bulunduğuna inanırım. Şiir benim için br iç âlem nizamıdır. Yapabilir miyim, ne dereceye kadar yaparım, o ayrı bir mesele.
Tabiî bu demek değil ki, trajedi, Racine gibi yazılır. Hayır, bu gülünç olur. Trajedi bugün belki de yazılmaz. Yazılırsa az çok Giraudoux gibi yazılır, veya Gide gibi yazılır. Yani kaidelerine, şartlarına riayet etmek şartlarına, fakat yeniden yazılır. Daha doğrusu hiç kimse gibi yazılmaz. Yalnız insan taliînin, büyüklüğünü vermek için yazılır. Onun şartı budur.
— Avrupa’dan bahsederken Şark değildir, dediniz. Halbuki siz Şark’ı sevdiğinizi pek inkâr edemezsiniz.
— Elbette severim. Evvelâ tarihimle bağlıyım, sonra ondan ayrıldığım, tek meselem olduğu için severim. Bazen bir zenginliği, bazen alıştığım bir hastalığı sever gibi severim. Yalnız bir noktayı unutmıyalım. Bu sevgi bizim için bir nevi evvel yaşanmış hayattan kalma sevgidir. Yani artık Avrupalı olduğum için severim. Yani tefsir ederek severim. Bunda da bir fevkalâdelik yok. Her nesil mazinin tefsirini yapar. Sevmek, daima hususî bir bakış tarzıdır.
— Yahya Kemal’de mazi hasreti var, diyorlar.
— Süleyman Nazif'ten gelme bir söz. Bir de Ziya Gökalp’ten. Fakat tabiî yanlış, Bilâkis yarının" hasreti var. Deniz Türküsü'nü okumadınız mı? Biz o zamana kadar milletinin mazisini bilen edebiyatçıya rastlamadık da onun için. Avrupada büyük sanatkârlar az çok bir kültür erüdisidirler. Bizde... Bugünün en modem adamını açın, adım başında tarihten ize bahseder. Hattâ sol tanınanlar bile. Çünkü tarih, şahsiyetin ta kendisidir. Aragon’u okuyun. Fransa tarihinden çıkar mısınız, görün. Malraux’yu gördünüz. Asrın en büyük san’at tarihini yazdı. Dedim ya, tarih, şahsiyetin kendisi, hiç olmazsa, kaynağıdır. Onsuz insan teşekkül edemez, öyle bir yalnızlığa düşer ki. Konuşmak bile imkânsızlaşır. Onun için nesiller ve fertler daima mazi ile meşguldürler. Daima tarihin karşısında vaziyetlerini tayin ederler. Sabahaddin Eyüboğlu’nun Yeni Ufuklar’da bu bahse dair güzel bir yazısı çıktı. Başka türlü nasıl olur canım? Ben tek başıma yaşıyabilir miyim?. Ben bir oluşun parçası, yarın ortaya geçecek son halkasıyım. Zinciri tanımazsam olur mu? Yahya Kemal'deki tarih de bu. Yalnız o ayrıca tarihçidir de. Ve galiba en iyi tarihçimiz. Fakat herşeyden evvel realisttir. İlk büyük realistimiz bence odur. Yani içimizde hayata aldanmadan bakan tek adam. Onun için ütopya kurmaz. Aldanan insan korkunç bir şeydir. Çünkü etrafını aldatır, yıkar. Mazi daüssılası ve Yahya Kemal.... Bu bir dost şakasıdır. Biraz da gelenekte mevcut olmıyan bir şeye, rüya adamı ve derbeder sanılan şairin ağzında hakikî bilgiye rastgelmekten doğan bir şaka. Ha, şu var. O kendi hislerini ve aktüalitelerimizi zaman zaman maziye nakletti. Ama, bunun için mazide yaşıyor, demek, iyi ama bu, Les Fêtes Galantes'ı yazdığı için Verlaine'i asrında yaşamamakla, itham etmek olur. Halbuki Verlaine, devrinin ve bugünün bütün bir tarafıdır... Yahya Kemal şiirimizde bir devam zinciri kurmasını istedi. Bu da tabiî hakkı idi. Hattâ tarihî rolü idi, Bugünkü gençler bunu başka şekilde folklora giderek yapmak istiyorlar.
— Gençleri seviyor musunuz?
— Tabiî... Hem çok. Cesaretlerine ısrarlarına bayılıyorum. Onlarla konuşurken onların yaşındaki zamanımı hatırlıyorum. İcabında üstünde oturduğum kahve sandalyelerini silâh gibi kullandığım zamanları. Kahveciler bundan epeyce şikâyetçiydiler. Ama ben ahmaklığa kızardım, yani kapalılığa. Galiba gabavet denen şey beni daima çıldırttı. Gabi adam ne kolay haksızlık yapar! O, bütün insanlığa hakaret gibi bir şeydir. Bir de hiç bir zaman sanatın üstünde bir şey görmezdim. Onun başka şeylerin emrinde olmasını istemezdim. Hattâ hayatımın bile san’ata fazla girmesini istemezdim. Hâlâ da öyleyimdir. Şair her şeyini şiirde ve san’atta bulmalı. Giderse san'attan onlara gitmeli. Muzalar, Tanrı kızlarıdır, esarete gelmezler. Değişirler. Allahısmarladık bile demeden giderler. Haberiniz dahi olmaz gittiklerinden. Bektaşi dedesini yakmışlar, bir de bakmışlar ki, ateşin içinde yalnız tacı ile hırkası kalmış. Onun gibi bir şey. Elinizde sadece iyiniyetleriniz kalır.
— Ama insan mes’uldür demiştiniz. Hattâ sık sık söylersiniz.
— İnsan herşeyden evvel mes’uliyet duygusudur. Evet. Ama bu mâni değil ki. İnsan, insan taliinden mes’uldür. Fakat şair, şiirinden de mes’uldür. Zaten iyi şair bunu kendiliğinden halleder. Sembollerini, dünyasını öyle kurar ki şiirinde, bütnlüğü ile kendiliğinden oraya geçer. Bandelaire, Rilke, Valéry, Verlaine, Yahya Kemal öyle değil miydiler?..
— San’at eserinde, san’at kaygusundan başka bir endişeye yer verilmeli mi? Sanatın esas fonksiyona sizce ne olmalıdır?
— San’at eserinde, san’at kaygusundandir. Ama bu, meselesiz olmak demek değildir. İnsan, kendi meseleleridir. Ben herhangi bir dâvanın açıkça müdafaasını yapan eserden hoşlanmam. İnsanı bütünü ile ve alan ve arasından meseleleri veren eseri tercih ederim.
— Nasıl çalışırsınız?
— Şiirde mısra mısra, zannederim ki, bu en iyi şeklidir, fakat nesri bozuyor. Yani cümle cümle yazıyorum. Binaenaleyh bazan terkibin bütünlüğü kayboluyor. Daima develope ederek (geliştirerek) çalışırım. Cümle çok defa sahife, sahife forma olur. Çok tashih yaparım. Kökünden değiştiririm. Daha ister misiniz? Alıştığım kalem, alıştığım kâğıt, masamın oturduğum köşesi, yalnızlık, hülâsa, bir yığın itiyadlarım ve tiryakiliklerim vardır. Kendime karşı daha hür olarak çalışmayı isterdim.