Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum
Şahap SITKI
BEN. — Sizinle şiire dair konuşmak isterdim. Ama konuşmaya bir sohbet çeşnisi vermek, bu dağınık sorular içinde güç, hattâ, mümkün değil. İyisi mi siz konuşun — sizi, şiire dair konuşurken dinlemek bir zevk, hattâ bir ihtiyaçtır — ben de bir yandan yazayım.
Şiirin toplumdaki yerine kısa da olsa, işaret eder misiniz?
O. — Suallerinizin şekli, beni oldukça müşkül vaziyete soktu. Şüphesiz ki güne ait hakikatleri ben de sizinle beraber kabul ediyorum. Fakat yaşadığımız devirde, yâni bu zalim ütopiler devrinde insan işleri çok karıştı. Biz, bir - nevi gözü yılmaz riyazet adamları zamanında yaşıyoruz. Gavretlerini insan hayatına çevirmiş olan bu mistikler yavaş yavaş her şeye kendi iyi niyetlerinin tasarruflarını getiriyorlar. Ben elimden geldiği kadar bu tasarruftan kurtularak konuşacağım. Yâni şiiri şiir, hayatı hayat, insanı mudil bir mahlûk olarak cemiyeti yekpare bir şey değil, üstüste ve tezat halinde ve hattâ lezzetleri bu tezatlarda bir donné şeklinde alarak. Şüphesiz ki güzel; insan ruhundaki saltanatını zaman zaman başka şeyler uğruna feda ediyor. İlk plândan gerilere doğru, hattâ mahcup olarak kaçıyor. Bazan de onu görmemekte ısrar ediyoruz.
Türk şiirini ve şiir meselelerini dünyâ şiirinden, yahut dünya sanat meselelerinden ayırmağa taraftar değilim. Ve mutlaka da muasırlarımla taban tabana zıt olmağa çalışmıyacağım. Fakat siir gibi, güzellik gibi, bizim için kapital bir meselede vazıh olmağa da çalışmak isterim. Suallerini değil de, çünkü bu şekilde sual beni güç vaziyetlerde bırakır, umumiyetle şiir üzerinde konuşmayı kabul ediyorum.
BEN. — Yeni Türk şiirinin dünya şiiri katındaki yeri nedir? Bir kıyaslama yapabilir misiniz? Üstün ve eksik tarafları var mı?
O. — Modem Türk şiiri, Yahya Kemal’le başlar. Yâni sokak ve ev konuşmasını nazım diline getiren ilk adamımızla. Türkçülük cereyanının met ve cezirlerinden kurtulan, Servetifünun nazeninliğinden şiiri sıyıran odur. Bizde bu adamın rolü, Fransız lisanının dünya ölçüsünü gözönünde tutarak Valery’ninkine çok benzer. Yâni şiiri bir takım hurafelerden temizlemeğe çalışmış ve muvaffak da olmuştur. Ben şiiri bu iki adamın zaviyesinden tanıdım. Hayat ve değerler karsısındaki duruşları birbirinden çok ayrı olmakla beraber, birbirine biraz da benzerler. Yalnız bir tefekkür ananesine sahip olan Valéry, tabiatiyle büsbütün başka bir eserin sahibi oldu. Yahya Kemal, hem tesiri itibariyle, hem de eseri itibariyle şiirde kaldı, yalnız şiirde ve Türk şiirinde kaldı. Binaenaleyh oradan itibaren bugünkü şiirimize bakmak isterim.
Cemiyette şiirin yerini ancak güzellik vahasını insanlara temin etmekte buluyorum. Hattâ daha ileri gider. derim ki, şiir ve umumiyetle sanat güzeli vermek haysiyeti ve kudretiyle beşerindir, yahut öyle olması lâzım gelir. Ve gene şiirin bir takım kaidelere, şahsi ve gayri şahsî (yâni sosyal bir takım nizamlara tâbi olmak şartiyle elde edilebilen bir şey olduğuna kaniim. Bu suretle bir mebde’ koyduktan sonra, ayrılık zeviyelerimizi ölçebiliriz.
Bence, şiir bir form meselesidir. Bu form Yahya Kemal’de, Valéry’de, daha evvel Racine’de, Baki Efendi’de olduğu gibi kaidelerle veya Cahit Sıtkıda, Orhan Veli’de olduğu gibi tamamiyle şahsî kaidelerle elde edilebilir. Ben hissi mizaçta yaratılmış adamım. Yâni oyunun bütün kaidelerine riayet hoşuma gider. Bu, öbüründen zevk almamı, hayran olmamı menetmez. Belki sadece ölçülerimizi biraz fazla sübjektif yapar, herkesin malı olan kıstasların dışında bir takım ferdî kıstasları hâkim kılar. Garip değil midir, bütün iddialarında son derece sosyal olan Nâzım sanatta çok fertçi olmak istiyen herhangi bir başka şiirin yanında bu yüzden daha fertçi kalır.. Çünkü kulak terbiyesi içtimaî bir terbiyedir. Kaldı ki eski retorik kaidesi dediğimiz ve hattâ benim muasırlarımla konuşurken taraftan olmaktan mahcup olduğum şeyler, yâni şu vezin ve kafiye ve onların etrafında ferdî olarak kendi kendimize kurduğumuz icaplar, düşüncenin tesadüflerini zorlamakta büyük yardımcıdırlar. Onların yardımcılığından vazgeçmekle sanatı, zihnî mahiyetinden biraz da mahrum ederiz. Tercihlerimin nereye gittiğini anlıyorsunuz. Nazım’ın Türk şiirindeki mevkii Yahya Kemalden sonra en dikkate değer dil makinesini kuranlardan biri olması itibariyle şüphesiz hiç de ihmal edilmiyecek bir şeydir. Fakat benim şiirden anladığım bir taraf daha vardır: Kanadlı söz. Acaba bu harikulade dil ve bu muazzam çalışma yasadığımız atmosferde kendi başına yaşayacak bir form hediye etti mi? Ben daima Nazım’a hayran oldum. Fakat Haşim’in: «Yan yoldan ziyade yerden uzak, yarı yoldan ziyade maha yakın.» tecrübesi gibi.
Yâni bu eseri tayin edemedim. Hattâ tasnif edemedim. Onu kendi nevinde çok güzel bir şey olarak gördüm. Bu hal bütün dünya şiirinde var. Yeni bir romantizm hazırlanıyor. Modem Fransız şiirini elimden geldiği kadar takibedivorum. Fakat tercihlerim yenilere değil. Yanlış anlamayın, ben de asrımın çok harikulâde bir devir olduğunu biliyorum. Fakat asır hastalığı öyle bir şey ki herkes kendi kabiliyetlerine göre bunu tayin eder. Kabiliyetleri kelimesini belki yanlış söyledim. Mizacına, zaıflarana, kuvvetlerine, temayüllerine, temennilerine göre. Bugün şiir bir kriz geçiriyor. Yalnız bu krizin bizdeki şekvabilirdik de- bu hastalığa tutulmakla bizim için belki en faydalı şeklidir. Biz bu hastalığa tutulmakla -tutulma- belki ötekilerden fazla kazandık. Bugünkü genç Türk şairlerinde iki büyük hususiyet var: kanatlı sözden uzaklaşmalarına mukabil şiir dilini zenginleştiriyorlar: Bunlardan biri halk diline daha geniş bir surette temasları, âdeta şiir dilini bu kaynakla yenileştirmeleridir. Şüphesiz bunda da ben kendilerinden ayrılıyorum, hem çok ayrılıyorum. Çünkü benim için şiir dili plâstik bir şeydir. Şiirden bahsedilirken müzikalite dediğimiz şey, haddizatında bilhassa göz ve kulağa ait bütün unsurların form endişesinde kullanılması, plâstik bir madde gibi yuğurulması, konuşma lisanından ayrılmasıdır. Fakat bunu bir tarafa bırakırsak bugünkü genç şairlerimizin lügat ve ifade zenginliğine hayran olmamak kabil değildir. Ta Yunus Emre’den başlıyan bu ikiliği aşağı yukarı onlar ortadan kaldırıyorlar. Benim neslimden de buna çalışanlar yok değildir. Bilhassa Kutsi, çok saf bir şiir dilini bu uğurda değiştirdi. Niçin yapmasın? Cahit Sıtkı’ya olan sevgim, bunu yaparken daima söylediğim kanatlı sözü unutmamasıdır. Cahit Sıtkı’nın büyük tarafı budur. Kutsi’den bahsetmedim, çünkü onun hakkındaki fikirlerimi hepiniz bilirsiniz. Belki bu hareketlerin çoğunu bir bakıma göre o ortaya atmıştır. Cahit’in «Otuz beş yaş» kitabı için maalesef bir şey yazamadım. Orhan Veli’nin, Oktay’ın kitapları için yazamadığım gibi. Çok özlediğim bu fırsatı ne vakit bulacağımı bilmiyorum. Fakat Cahit’te daima şiirin hâlisine tesadüf edildiğini söyliyeyim. Orhan’da da dil böyle. Hemen hemen bu işin basında geliyor. Hepsinin virtüozitesine hayranım.
Cahit’in «Sabah duası» şüphesiz ki Türkçenin sırrını iyiden iyiye yoklamış bir adamın eseridir.
Görüyorsunuz ki bugünkü şiirden bahsederken bir yığın tereddüdüm ve hayranlıklarım var. Tereddüdüm var, çünkü, bu bahiste inandığım şeyler var, hayranlıklarım var, çünkü, bu inançlarıma rağmen beni saran, bana kendilerini kabul ettiren eserler var. Garip değil midir, polemiği doğrudan doğruya mevzu alan eserler müstesna, bugün şiirde, hemen hemen dünya için — şüphesiz kösemden ve imkânlarımla tanıdığım kadarı için söylüyorum — musikisinin yerini, yardımcı nizam olarak resim alıyor. Bu suretle halk ifadesinin, türkülerin, hülâsa Dickens’in bir cümlesini kasdederek ondan bahsederken büyük bir münekkidin dediği gibi sokağın anahtarının yanı basında bu resim unsuru giriyor. Ve onun nizamı raccaurcie’si, hattâ bazen de tecridi. Bedri Rahmi bu iki birleşme şeklini — gene tereddütlerimi muhafaza etmek şartiyle — en güzel verenlerden biridir. Üçüncü vasıf olarak nihayet hayat askını söyliyebiliriz. Acaba dünya bir hastahane mi oldu ki bu kadar geniş bir hayat aşkı var? Fakat seviyorum, o özleyisi o varatma ve canlandırma safiyetini sevivorum.
Böylece müşterek vasıflarını söyledikten sonra biz şairlerimizin kendi hususî dünyalarına girebiliriz. Fakat bu küçük konuşma, bu güç işi üstüne alamaz. Bir iki ismi unuttum. Bunlardan biri Muhip’tir. Doğrusunu isterseniz unutmadım, sadece sakladım. Çünkü Muhio, Cahit’ten daha fazla iki telâkkinin arasında bocalıyor. Muhip’in de şiir kitabı çıktığı zaman Türkçenin imkânlarından birini göreceğiz. Daha gençleri teker teker savmak isterdim. Cahit Külebi’nin:
Ben bu şiiri yazdım atlıtalimde
Bulunduğum şehir İstanbul’du
Ağır ağır kar yağıyordu
Ve atımın yelesi bulut renginde.
kıtasına bayılıyorum. Necati Cumalı’nın Orhan Veli’ye çok yakın, fakat daha başka, daha alfabe resimli ihtiyari safiyetleri hiç de unutulacak şeyler değil. Belki şiir budur. Ohalde benim inandığım şeye daha başka bir isim bulmalı. Fakat niçin isim üzerinde duruyoruz, diyeceksiniz. Çünkü fikirlerimin mesuliyetini idrâk etmem lâzım gelen bir yaştayım.
BEN. — Bugün öyle sivrilmiş, dünyaca ün kazanmış şair tanıyor musunuz? Bizde var mı?
O. — Maalesef, yalnız Fransızları tanıyorum ve onlardan hakkiyle sevdiğim iki insan var. Birisi Öldü: Valéry. Zannediyorum ki kendisinin tabiriyle «düşünce medeniyeti seviyesi» nin bundan yükseğini insanlık kolay kolay idrâk etmiyecektir. Yeter ki insanlık yeni bir muhasebe devrine girsin, yani kıymetlerimiz üst üste kıymetli eşya ile dolmuş bir tavan arası haline gelsin ve bir zekâ, yeni bastan onu temizlemek, defterini tutmak, ayırmak işini — dünyanın en güç işini — üzerine almış olsun.
Sonra Gide. Bugünü bütün kudretiyle yaşıyan adam.
BEN. — Yeni Türk şiirinde pek çok yabancı tesir buluyorlar. Haklılar mı? Meselâ divan şiirimize Ara bin ve Acemin yaptığı tesiri bugünkü şiirimize Fransız yapabiliyor mu?
O. — Divan şiirinde Arabın tesiri azdır. Nedense ona karşı kapalı kalmışız. İslâm medeniyeti içindeyken tabiatiyle bizden evvel teşekkül etmiş ananelerin tesiri altında kalacaktık. Nitekim Arap medeniyetine girince de bu tesir oradan geldi. Ümidedelim ki yakın zamanda bir taraflı tesirden değil, mütekabil alış verişten bahsederiz.
Hülâsa olarak ve hiçbir isim söylemediğimi, sadece hatırladığımı unutmamanız şartiyle şunu söyliyeyim ki bugün çok lezzetli, çok karışık, gelecek zaman için çok vaitli bir şiir buhranı var. Bizden sonraki neslin Cahit, Muhip gibi sairleri Orhan, Oktay, Melih gibi büyük ve dikkate değer tecrübe yapanları müstesna, Bedri Rahmi gibi bir sanatın nizamını bir başka sanata geçirenleri istisna etsek bile, bu buhran kıymetinden kaybetmez. Kim bilir bu belki de yarının büyük romantizminin maşeri enkonsiyanını hazırlıyan bir çalışmadır. Bugünün eserlerine gelince onların tam bir safiyette olmaması, bizi onları sevmekten menetmez Bir çok tanrılar, karışık hüviyetlerine rağmen, gene tanrıdırlar ve ibadet edilirlerdi. Fakat vuzuh geldiği zaman yani Orhan «Altındağ» ını roman olarak yazdığı zaman daha mesut olacağım. Fakat bu benim temennimdir. Hiç bir zaman bunu ve buna benzerlerini temenni edişim, her ne şekilde olursa olsun, tesadüfün, yahut dostların gayretinin bana bahşettiği lezzetlerle mesut olmama mâni değildir.